TÜRK MODERNLEŞMESİNDE ZİYA GÖKALP’İN ÖNEMİ

Mart 24, 2008 at 12:10 pm (SOSYOLOJİ)

“Ziya Gökalp’in Türk Modernleşmesindeki Önemi” konulu bu çalışmada, öncelikle, II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte önem kazanan İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük akımlarından ve bu akımlar içinde Ziya Gökalp’in yerinden bahsedilecektir. Bundan sonra Ziya Gökalp ideolojisinin temel özellikleri ele alınacak, onun, Yeni Türkiye’nin oluşum aşamasına ideolojik anlamda etkileri tartışılacaktır. Üzerinde asıl olarak durulacak konu Ziya Gökalp’in “Hars ve Medeniyet” ayrımıdır.

II- ÜÇ DÜŞÜN AKIMI

1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte geniş kapsamlı bir ideolojik farlılaşma dönemi başlamıştır. 1908 olayının nitelik bakımından bir “inkılap”[1] mı, yoksa bir “ihtilal”[2] mi olduğu konusu tartışma yaratmıştır. Yaygın görüş, ihtilal niteliğinde olduğundan yanadır, çünkü bir inkılap, gelişmenin yollarını açacak şekilde toplumun belli başlı kural ve kurullarının yeni temellere oturtulması demek olmalıydı. (BERKES, 1978? ; 404)

İnkılap niteliğinden yoksun olduğundan dolayı, bu olay yalnızca aydınlar arasında kalmış, toplumsal yapı değişikliği getirememiştir. İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük (ya da Ulusalcılık) denen üç düşünce akımının başlaması bu zamana denk düşer.

Bu üç akımın düşünürlerinin hemfikir olduğu nokta, Osmanlı’nın geri kalmış olduğuydu. Herkes bu noktada anlaşırken, bu durumun sebeplerinin neler olabileceğine verilen yanıtlar ve getirilen çözüm önerileri bağlamında önemli ayrılıklar yaşanmıştır.

Batıcılar, geriliğin sebeplerini Batı uygarlığından kopuk kalınmasında bulurlar. bu kopukluğun yaşanmasındaki temel etken de İslam dinidir. Şeriat, hayatın hemen hemen her alanına gitmiş, böylece gelişimin önündeki engel olmuştur. Örneğin Abdullah Cevdet’e göre:

“Geri kalışımızın nedeni Asyalı kafamızdır; dejenere geleneklerimizdir. Bizi yenen güç bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen kafalarımızdır. Bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak olan güç dünya işlerini hükmü altına alan bir din-devlet bileşimi sistemidir.” (BERKES, 1978? ;406)

Müslümanların yalnız maddi değil, manevi uygarlık alanında da Batı uygarlığının gerisinde olduğunu İslamcılar da kabul ediyorlardı. Ancak, onlara göre bu geri kalışın sebebi İslam dini ve şeriat değil, tam tersine, şeriatın hayatın her alanına genişletilememesiydi. Onlara göre İslam, diğer dinlerden farklı olarak, zaten bir akıl diniydi ve geçmişte en yüksek uygarlık İslam uygarlığıydı. Müslümanların ilerlemesinin önündeki asıl etken İslamlık öncesi ve İslamlık dışı inançların yaşamaya devam etmesiydi. Arap olmayan kavimler İslamlık dışı geleneklerini yaşatmaya devam ettiklerinden İslamlığı çarpıtmışlardı.

İslamcılar arasından özellikle Sadrazam Sait Halim Paşa’ya göre Müslümanların gerilemesindeki bir başka etken, Hıristiyan düşmanlığıydı. Müslümanların Hıristiyanların siyasal egemenliğine girmesiyle İslam kavimleri arasında din birliği yok olmuştu. Hıristiyan düşmanlığının etkisi altında Müslümanların kimileri geriliklerinin sebeplerini istibdatta, kimileri ulemanın bilgisizliğinde, kimileri dinin ihmalinde, kimileri din taassubunda bulmaktaydı ve bu durumda ortaya çıkan sonuç, geri kalışın gerçek nedenlerini fark etmemize engel olan şeyin kendi kafalarımızın karışıklığı olduğuydu.

Bununla birlikte Batı, ilerlemenin tek yolunun onlar gibi olmak olduğu inancını kafalara işlemekteydi. Böylelikle Batı hayranları Batı’dan gerekli şeyleri almakla Batılılaşmayı birbirine karıştırıyorlardı. Bunun sonucu olarak doğan boşluk da ilerlemenin bir başka engeliydi.

Sadrazam Sait Halim Paşa ayrıca İslamlık ile Hıristiyanlık arasında bir kıyas yapmış ve politik, ahlaki, toplumsal sorunlar gibi konuların hepsinde İslamlığın Hıristiyanlıktan üstün olduğu sonucuna varmıştır.

Meşrutiyet dönemindeki fikir tartışmalarında görüş birliğine varılan bir başka nokta, reform sorunlarının hep Batı uygarlığı ile karşılaşmanın doğurduğu sorunlar olduğudur. (BERKES, 1978? ; 409)

Batıcılar’a göre, Batı uygarlığı sadece maddi ilerlemelerde değil; yaşayışta, düşünce ve sanatta diğer uygarlıklardan açıkça üstün, mükemmel bir uygarlıktır. Bu nedenle geri kalmış bir ulusun kendi geriliğinden kurtulması ve Batı’nın ilerleyişine katılması ancak onu bütünüyle anlayıp kabul etmesi ile mümkün olabilecektir. Batı uygarlığını ayıran özellikler kişinin din ve devlet baskısından kurtulması, birey olarak değer kazanması, insan haklarının üstünlüğü; aklın, inanç ve geleneğin üzerinde tutulması ve bilimin cehalete karşı zaferiydi.

İslamcı düşünceye göre ise Batı’nın özü hümanizm değil, Hıristiyanlıktı. Bu nedenle de İslamlıkla uyuşması mümkün değildi.

İslamcılar da Batı uygarlığının maddi yanlarının alınması fikrine katılıyorlardı. Ancak İslamcılar’a göre, Batı’da bilimin ve teknolojinin ilerleyişi, bu yanlar Hıristiyanlık sayesinde değil, Hıristiyanlıktan uzaklaşıldığı için gelişmişti. Batı’da ortaya çıkan demokrasi sorunu gibi bazı sorunlar İslamlıkta ortaya çıkamazdı, çünkü zaten Batı toplumu eşitsizlikler ve sınıf ayrımı üzerine kuruluydu. Oysa İslam eşitlik ve kişi özgürlüğüne dayanırdı(!), dolayısıyla İslamlıkta ne demokrasi sorunu vardı, ne de özgürlük… “İslam toplumlarında da böyle sosyal sorunlar bulunduğunu düşünmek kör bir taklitçilikten başka bir şey değildir. Bizim toplumumuzun sorunlarına, anayasal rejim, yasama organları, parlamenterizm gibi Batı’ya özgü tedbirleri uygulamaya kalkışmak sadece anlamsız eylemler olmakla kalmaz; İslamlığın kendini geliştirmesini zararlandıracak engellemeler olur.” (BERKES, 1978? ;410)

Böylece bizim Avrupa’nın biliminden, endüstrisinden yararlanmamız gerekirken, bu uygarlığın adetlerinin ve ahlakının ülkemize girmesini önlememiz şarttı. Avrupa’nın medeni kanunlarının toplumun ahlakı üzerinde ne denli yaralayıcı olduğu ortadaydı.

Ulusçu görüşün Batı anlayışı ise bu iki görüşünkinden tamamen farklıydı. Bu görüşün asıl temsilcisi Ziya Gökalp’e göre, geri kalmışlığın sebepleri ne İslam kavimlerinin bu dini seçmeden önceki geleneklerinin yaşatılıyor olmasındaydı, ne de bugünkü Avrupa egemenliğindeydi.

“Müslümanlar geri kalmışlardır: çünkü (a) dünyanın koşullarının geliştirdiği çağdaş değişiklikleri hiçe saymışlardır; dinlerini bu yeni koşullar altında yeniden yorumlamaktan kaçınmışlardır; dinlerine çağdaş koşullar altında yeni anlamlar verememişlerdir. Batı uygarlığı, üstün bir uygarlık olarak ortaya çıktığı zaman Müslümanların gösterdiği taassubun altındaki neden de budur. (b) İslam dininin ve şeriatının, Müslümanlaşmış ulusların ulusal kültürlerini, onlar üzerine kendi ümmet uygarlığı hukukunu kurmakla yıkılması ikinci baş nedendir; bu yüzden İslam uygarlığı çağdaş uygarlık karşısında iflas edince bu halklar, ulusal kültürden yoksun yığınlar olarak ayakta duramıyorlar.” (BERKES, 1978? ; 408)

Ziya Gökalp, modern Batı uygarlığının temel gerçeğinin akıl, aydınlık, insanlık değil; içinde dinin de rol oynadığı ulus kültürleri olduğu fikrini savunmuştur. Batı uygarlığı değişik ululardan meydana gelmiştir ve o bir Avrupa ulusal birliği değildi. Avrupa’yı meydana getiren uluslar kendilerine özgü kültürleriyle birbirlerinden ayrılmaktaydı. Böylece, Batı uygarlığına katılmak demek Batıcılar’ın söylediği gibi Batı uluslarının kültürlerini almak demek değildi; çünkü bir ulus, ancak kendi kültürünü muhafaza edebildiği sürece ayakta kalabilirdi. O nedenle öncelikle ulus olmayı başarmak gerekmekteydi.

İslamcılar’ın gösterdikleri model Japonya idi. Japonlar Batı uygarlığının iyi ve kötü yanlarını ayırt edebilmişler, iyi yanları kendi dinleriyle birleştirerek ilerleme yoluna girebilmişlerdi. Fakat aslında Japonya doğru seçilmiş bir örnek değildi. Çünkü İslamcı yazarlar Japonların da İslamlık ve Hıristiyanlık türünden bir dinleri olduğunu (Budizm) ve bu dinin de İslam gibi bir din olduğunu sanıyorlardı. Oysa Japonya’nın ulusal kültürü Şinto’dur. Bu ne bir kitap dinidir, ne de bir şeriatı vardır. Bir Şinto Japon istediği herhangi bir dini seçebilir. Buna göre Japonlar, kitapsız, şeriatsız, peygambersiz olduklarından aslında İslamcılar için dinsiz bile sayılabilirlerdi. (BERKES, 1978; 414)

İslamcılar’a göre, şeriatın kapsamadığı alanlar Batı uygarlığına açılabilirdi. Fakat bunlar örf ve adetler de dahil olmak üzere yaşamın neredeyse her alanını şeriat kapsamına sokmaya başladılar. Ayrıca, bilimin gelmesiyle birlikte insanlar düşünmeye başlayabilir, bunun da şeriat üzerinde yıkıcı etkileri olabilirdi. Nitekim bilim, Batı’da dinsizliğin yayılmasına sebep olmuştu ve posta, demiryolu gibi teknolojik ilerlemeler sayesinde bu durum tehlikeli ölçüde yayılabilirdi. Fakat İslam dini bilim güneşinin karşısında eriyecek dinlerden değildi. “Bizim yapmamız gereken şey, bilimin ışınları karşısında İslam dininin bütün ışıklarını parlatmaktır.” (BERKES, 1978? ; 415)

Bu sıralarda Ziya Gökalp devrimcilerin toplandığı bir çevre olan Selanik’e gitmiş ve bu konularda yazmaya başlamıştır. Ömer Seyfettin’in başlattığı halk dili akımı bu çevrenin ele aldığı sorunlardan biri olmuştur. Burası aynı zamanda ilk toplum düşüncülüğünün başladığı, sosyalizm ilgisinden sosyoloji ilgisinin geliştiği yerdir.

Gökalp, düşüncelerinin kaynağı olarak sosyalizmi değil, Durkheim’ın sosyolojisini seçmiştir. Sosyolog Ziya Gökalp toplumda sorunun normal ile patolojik[3] olanın ayırt edilmesi olduğunu öne sürmüştür.

III- ZİYA GÖKALP İDEOLOJİSİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Ziya Gökalp’e göre bir toplumun yönünü asıl etkileyen şey o toplumun değerleri ve ülküleridir. Ülküler toplumun özlemlerinin bir görüntüsüdür ve asıl sorunun çözülebilmesi için toplumun içindeki özlemlerin neler olduğunu bulmak gerekmektedir. Yoksa bu çözüm, yarar ya da akıl ölçütleriyle kararlaştırılacak ıslahat programlarıyla sağlanamaz. Toplumdaki aydınlara düşen şey, doğuş halindeki bir ulus toplumunda bilinçli olmayan bu özlemleri bilinçli ve tutarlı, bütünlü ülküler haline getirmektir.

İslamcıların temsil ettiği ülküler artık Türk toplumunun özlemlerini yansıtmıyor, bu ülküler çağdaşlaşma özlemlerinin engeli oluyordu. Bu tür ülküler ancak bir ümmet toplumunun ülküleri olabilirdi ve Türk toplumu artık bir ümmet olmaktan ulus olmaya geçiyordu. Çağdaş toplumlar ulus toplumlarıydı ve en yüksek ülküleri ulusal ülkülerdi.

Batı uygarlığından neler alınacağına karar vermek için önce şeriat dahiline alınan ve İslamlık ile bir tutulan yanların temizlenmesi gerekirdi. Çünkü bu yanlar gerçekte dinden değil, çağdaş uygarlıkla uyuşması olası olmayan yakın doğu ortaçağ uygarlığından gelmekteydi. Bir toplum aynı anda iki uygarlıklı olamazdı. Aksi takdirde tutarsızlıklar ve çatışmalar ortaya çıkardı ki patolojik olan da buydu.

Çağdaşlaşma, İslamcılar’ın Batı uygarlığının iyi buldukları yanlarının alınmasını zorunlu kılıyordu. Fakat bu uygarlıkların kültürleri alınamazdı, çünkü her ulusun kültürü kendine özgüdür.

Selanik’te açılan İttihat ve Terakki İdadisi programına ilk kez sosyoloji dersini koyduran ve bu dersi bizzat kendisi okutan Ziya Gökalp ilk Türk sosyoloğudur.[4]

Sosyolojinin konusunu belirlerken öncelikle olayları uzvi (organik) hayati olaylar, ruhi hayati olaylar ve içtimai (toplumsal) hayati olaylar olarak üçe ayırdı. Böylece Gökalp sosyolojiyi diğer bilimlerle eşdeğer bir bilim dalı olarak Türk toplumuna sunmuştur. (KONGAR, 1985; 106)

Gökalp sosyolojiyi zümrenin incelenmesine yönelik bir bilim olarak ele alır. Zümre, ona göre “maddeten birbirinden ayrı olan bireylerin çeşitli nitelikteki, manevi, zihinsel ve ruhsal bağlarla birbirlerine bağlanması sonunda ortaya çıkan insan topluluklarıdır.” (KONGAR, 1985; 106).

Ziya Gökalp bütün toplumların üç aşamadan geçtiklerini kabul eder. Bu aşamalar da, 1) Kavim devri, 2) Ümmet devri, 3) Millet devridir. (KONGAR, 1985; 106)

Kavim devrinde, toplumda bütünlük dil ve ırk birliği ile sağlanır. Ayrıca toplumda ortak adetler ve kurumlar vardır. Bu ortak noktalar bir kavmin diğerlerinden farkını belirler. Ümmet devrinde toplumsal yapıya evrensel dinler egemen olur ve bu dinlerin etkileri altına giren kavimler kendilerine özgü nitelikleri kaybederler. Millet (ulus) devrinde toplumlar kişiliklerine yeniden kavuşurlar. Bu kişiliğin oluşabilmesi için de toplumun kendi bünyesindeki değerlerin yüksek uygarlık düzeyinde yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Bu aşamalara göre yaptığı tarihsel incelemelerinde Gökalp Türk toplumunu,
1) İslamdan önce Türkler (kavim devri),
2) İslamda Türkler (ümmet devri),
3) Modern Türkiye (millet devri)

şeklinde ayırır (KONGAR, 1985; 107). Gökalp’e göre Türkler henüz ikinci aşamadaydı ve onun çalışmalarının amacı Osmanlı Ümmetini Türk Milletine dönüştürmekti.

Düşüncelerinde Durkheim’dan oldukça etkilenen Gökalp, onun geliştirdiği toplumsal bilinç fikrinden yola çıkarak kendi ulusal bilinç kavramını geliştirmiştir. Buna göre bir toplumun ulus olmasının birinci koşulu ulusal bilincin gelişmesidir. Gökalp’e göre ulusal bilincin yaratılmasının bir yolu, o sırada mevcut olan fikir akımlarının uyuşturulmasıdır. Bu uyuşturma çabası Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak çalışmasında görülebilir. Aşağıdaki sözleri ayrıca bu konudaki fikrini ortaya koyar:

“O halde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunları bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak ‘muasır bir İslam Türklüğü’ ibda etmeliyiz.” (KONGAR, 1993; 58)

Bir ikinci yol, Türk ulusal kültürünü (hars) geliştirmektir. Bu amacını gerçekleştirmek için de Türk dili, Türk estetiği, Türk ahlakı, Türk hukuku gibi konularda incelemeler yapmıştır. Ayrıca iktisadi Türkçülük, siyasi Türkçülük, felsefi Türkçülük gibi bir ulusun fonksiyonel bir bütün olmasını amaçlayan çalışmalar yapmış, bütün bu çalışmalar sırasında Türk toplumu ile ilgili somut öneriler getirmiştir. Bunlar arasında zengin bir burjuva sınıfının yaratılması, bankacılığın geliştirilmesi, tarımsal sendikaların kurulması gibi öneriler sayılabilir. (KONGAR, 1985; 109)

Ziya Gökalp, bir toplumun gelişmesinde endüstrinin de çok önemli bir yeri olduğunu, bir ülkede endüstrileşme başlayınca bilimin de gelişeceğini söyler. Gökalp’e göre, sadece köylü ve memur sınıflarına dayanan bir kavimde örgütlenme gücü olamaz. Çiftçiler hayatın yaratıcı kuvvetinden yararlanarak yaşadıkları için bizzat yaratıcı değildirler. Memurların ise zaten üretimle alakaları yoktur. Bu nedenle zihinsel yeteneklerin ve iradenin gelişmesi ancak, endüstri, imalat gibi işlerle, ticaret ve serbest meslek gibi konularla ortaya çıkar. (KONGAR, 1985; 108)

IV- ZİYA GÖKALP’TE HARS VE MEDENİYET AYRIMI

Ziya Gökalp’in Türk sosyolojisine en büyük katkılarından biri “hars ve medeniyet” ya da “kültür ve uygarlık” ayrımıdır. Gökalp bu ayrımı şöyle belirtir:

“Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak, vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara ‘hars’ adı verilir.” (KONGAR, 1993; 52)

Ziya Gökalp’e göre hars ulusal kültürdür. Medeniyet ise farklı toplumların bir arada geliştirdikleri bir kültürel bütündür. Hars, bireylerde değerleri, dolayısıyla ulusal bilinci; medeniyet ise bilimsel yaklaşımı ve aklı geliştirir.

Gökalp’e göre, hars ile medeniyet arasındaki en büyük ortak nokta, hem harsın, hem de medeniyetin bütün toplumsal hayatları kapsamasıdır. Ona göre bu hayatlar, 1) Dini hayat, 2) Ahlaki hayat, 3) Hukuki hayat, 4) Muakalevi (Akli) hayat, 5) Bedii hayat (Estetik ve Güzel Sanatlar), 6) İktisadi hayat, 7) Lisani hayat ve 8) Fenni hayat (Bilim ve Teknik) olarak ayrılabilir.
(GÖKALP, 1990; 25)

Bu ortak alanlarda varlığını sürdüren hars ve medeniyet arasındaki ayrımlar da şöyle maddelenebilir (KONGAR, 1993; 54-55):

1- Hars ulusaldır, medeniyet uluslararasıdır. Hars toplumsal hayatın sekiz alanında birden bir ulusun niteliklerini belirtir. Medeniyet ise bütün ulusların bu alanlardaki özelliklerini bir arada belirtir.
2- Medeniyet yapaydır. Bireylerin iradi olarak yaptıkları davranışlar sonucunda ortaya çıkar. Hars ise doğaldır. Kendiliğinden ortaya çıkar.
3- Medeniyet, harstan doğar. Fakat bir medeniyetin fazla gelişmesi, bazen bir ulusun harsını bozar. O zaman dejenere uluslar ortaya çıkar.
4- Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir ulusla, harsı bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir ulus, siyasal mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan ulus daima galip gelir.

Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyeti uzlaşmaz, çünkü iki medeniyetin bir arada varolması olanaksızdır. Fakat bir medeniyet ile hars bir arada yaşayabilir, ancak bir ulusun bunu başarması için harsını güçlendirmesi gerekmektedir. Gökalp, Türk harsını Batı medeniyeti ile birleştirmek istemiştir.

Gökalp’in Türkiye için önerdiği çözüm, toplumsal yaşamın belirlenmiş sekiz alanını Batı’dan akla, bilime ve tekniğe ilişkin olan yanları alarak doldurmak; duyguya ve inanca bağlı olanları ise Türk tarihinin ve toplumunun derinliklerinden alarak geliştirmekti. Ziya Gökalp’in bütün çabası, Batı uygarlığı içinde Türk toplumunun yeni bir ulusal bilinçle ve kendi kültürünü koruyarak yer almasını sağlamaktı.

V- SONUÇ

Ziya Gökalp, Türkiye’de toplumbilimin öncülüğünü yapmış, çok önemli bir düşünce adamıdır.

Türk toplumunun çağdaşlaşması için çeşitli düşünceler elbette başkaları tarafından da ileri sürülmüştür. Ziya Gökalp’in farkı, onun önerilerine milli bir nitelik katmasıdır. Ayrıca Türk toplumunun sorunlarına ilk kez sosyolojik çözümlemeler getiren yine odur.

Ziya Gökalp hiçbir zaman yalnızca bir düşün adamı olarak kalmamış, aynı zamanda yaşamı boyunca bir eylem adamı olmuştur. Öğrencilik yıllarından itibaren kendini Türk toplumunun öncelikle özgürleşmesine, sonra da çağdaşlaşmasına adamış, erken gelen ölümüne kadar çalışmalarına aralıksız devam etmiştir. Henüz Abdülhamit istibdadının devam ettiği dönemlerde, önceleri Diyarbakır’da, sonraları İstanbul’da sürekli olarak özgürlük hareketlerinin içinde olmuş, birkaç kez yakalanıp ceza almasına rağmen bu eylemselliğinden vazgeçmemiştir.[5]

Çağdaşlaşmanın nasıl olması gerektiği yolunda ortaya koyduğu formül ve getirdiği öneriler, Türk inkılabının ideolojisiyle önemli ölçüde paralellik göstermiş; onun düşünceleriyle Atatürk ilkeleri arasındaki tutarlılık, kimilerinde inkılabın Ziya Gökalp’ten etkilenmiş olabileceği düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. Hatta Gökalp’in “Türk inkılabının ideoloğu” olduğunu söyleyenler vardır. Yalnız Ziya Gökalp’in Turancılık ile ilgili görüşleri Mustafa Kemal’in ideolojisine ve inkılabın niteliğine ters düşmektedir.[6]

Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri adlı çalışmasında Ziya Gökalp ile ilgili yaptığı değerlendirmesinde, onun kültür ve uygarlık ayrımı konusunda aslında zayıf kaldığını iddia ediyor. Kongar’a göre, bir toplum bir başka toplumdan yalnızca din ya da yalnızca teknik alamaz; maddi ve manevi öğeler mutlaka birlikte etkileşime gireceklerdir. (KONGAR, 1993; 65)

Kongar’a bu konuda hak verdiğimi söyleyebilirim. Bence Ziya Gökalp’in önerisi teorik olarak kulağa hoş gelmekle birlikte, pratikte onun öngördüğü şekilde yaşanması zordur. Yine onun yaptığı ayrımdan yola çıkarak konuşursak, hem kültür hem de uygarlık belli maddi araçlardan ve manevi değerlerden oluşur. Gökalp’in maddi ve manevi diye ayırdığı alanlar aslında bence birbirleriyle tamamen etkileşim içinde, hatta birbirlerini yaratır niteliktedir. Bir toplumun içinde bulunduğu maddi koşullar (maddeye dayalı herşeyi kastediyorum), o toplumun değerlerinden ve inançlarından oluşan bütün bir manevi değerler düzleminin belirleyicisidir bence. Aynı şekilde, maddi şartların oluşturulmasının da manevi değerlerden kopuk bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorum. “Bir toplumun maddi araçlarının ve manevi değerlerinin toplamı o toplumun kültürünü ya da uygarlığını oluşturur.” (KONGAR, 1993; 65). Dolayısıyla, iki farklı toplumun etkileşimi yalnız maddi değerlerin alışverişi ile olamaz. Nitekim, konu bu olduğunda sürekli gösterilen Japonya örneği de fiyasko ile sonuçlanmıştır; Japonlar’ın günlük yaşamı artık kısmen Batı standardındadır. Yeri gelmişken Kongar’dan bir alıntı daha yapmak uygun olur sanırım:

“Gökalp’in batı uygarlığının bilimini, tekniğini, aklını alıp, öteki hars alanlarını ulusal kültürün özgün ögeleriyle doldurma önerisi olanaklı değildir. Olanaklı olan, tüm yaşam alanlarında etkileşimin gerçekleştirilmesi ve böylece yeni bireşimlere varılmasıdır. Nitekim, tam bir taklitçilikle alınan karayolu taşımacılığı bugün Türkiye’yi ekonomik yok oluşun eşiğine getiren en önemli ögelerden biridir. Oysa, ülkemizin üç-bir tarafının denizlerle çevrili olduğu bilinerek, özgün bir bireşim yaratılması çok daha ‘akla’, ‘bilime’ ve ‘tekniğe’ uygun olurdu.” (KONGAR, 1993; 66)
[1] İnkılap: 1. Bir durumdan başka bir duruma geçiş, evrim, devrim, dönüşüm. 2. Toplum düzenini daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme, reform, ıslahat. (PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)

[2] İhtilal: 1. Bir devletin siyasi ve iktisadi yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına ve kanunlara uymaksızın zor ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. 2. Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık. 3. Köklü değişim. (PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)
[3] Patoloji: Hastalıklar bilimi ((PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)

[4]OLGUN, İbrahim. 1976. Sosyoloji Konferansları 14.Kitap “Türkiye’deki Oluşumlar İçinde Ziya Gökalp”, s.11, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
[5] OLGUN, İbrahim. 1976. Sosyoloji Konferansları 14. Kitap “Türkiye’deki Oluşumlar İçinde Ziya Gökalp”, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
[6] SARIBAY, Ali Yaşar. 1976. Sosyoloji Konferansları 14. Kitap “Ziya Gökalp ve Türk Devrimi”, İstanbul Üniversitesi Yayınları.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

HAYEK VE LİBERALİZM

Mart 24, 2008 at 12:08 pm (SOSYOLOJİ)

GİRİŞ

HAYEK ve LİBERALİZM
1 – Hayek’in Hayatı ve Eserleri

a) Hayek’in Hayatı
b) Hayek’in Başlıca Eserleri

2 – Toplumun İşleyişine İlişkin Anlayışı

a) Kurumların Demokratik Temeli

b) Bireysel Özgürlüğün Önemi

c) Özgür Bir Toplumun Hukuki Çerçevesi

d) Hayek’in Merkeziyet ve Adem-i Merkeziyet Görüşü

3 – Hayek’in Muhafazakarlık Görüşü

4 – Sosyal Adaletin Eleştirisi

5 – Hayek’e Göre Liberal Bir Düzenin Kurumları

a) Piyasa Yapısı

b) Geleneksel Tam Rekabet Modeli ve Hayek’in Eleştirileri

c) Hayek’in Para ve Enflasyon Üzerine Düşünceleri

6 – Hayek’in Sosyalizm Eleştirisi

a) Hayek’e Göre Planlama

b) Hayek’in Sosyalizm Eleştirisinin Tesiri

7 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Kurumları

8 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Anayasası

9 – Sosyal Bilimler ve Yönetim Bilimlerinin Anlamı

GİRİŞ

Bütün bilim adamlarını, filozofları, eleştirmenleri, mucitleri hasılı insanlar için bir şeyler yapma sevdasında olanları anlayabilmek için öncelikle onların hangi ortamda ve hangi şartlarda yaşadıklarına bakmak gerekmektedir. Böyle bir yol ve gidişat izlersek inceldiğiniz veya anlamaya çalıştığımız kişiyi tanımada kolaylık sağlamış oluruz.

Friedrich August Von Hayek’i de bu çerçevede incelemeye çalıştığımızda onun yaşadığı dönemde ikinci dünya savaşı ve öncesi fikri tartışmaların sosyalizm ağırlıklı olduğunu görürüz. Dönemim konsensüsü, iktisadi planlama, iktisadi büyüme için hedefler koyma, tam istihdam politikası, devletin kapsamları refah hizmetleri ve gelirin yeniden dağıtımından yanaydı. Oysa ki Hayek bu konsensüse hiç katılmamaktaydı.

Hayek’in The Road to Serfdom adlı kitabında ortaya koyduğu fikirler bir çok fikir ve eylem adamının görüşlerinde önemli ve gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir.

Bir yandan yukarıda belirtilen konsensüsün olumsuz ve tahripkar etkileri kendini gösterirken, Hayek, özgür toplumun ilkelerini açıkladığı The Constitution of Liberty ile özgür toplumdan yana olanlara güçlü bir silah sunmuş ardından Law Legislation and Liberty de, liberal sosyal düzenin hassas yapısını güçlendirmek için gereken hukuki ve anayasal çerçeveyi ortaya koymuştur.

Hayek bütün büyük sosyal hareketlere politikacılar tarafından değil, düşünce adamlarınca önderlik edildiği görüşüne sahiptir. Öyle ki dünya politikasının önde gelen bir çok şahsiyeti onun çalışmalarını yalnız okumakla kalmamış onlardan etkilenmişlerdir de.

Hayek, özellikle liberalizmin yeniden yorumlanmasından ve liberalizmin Avusturya ekolünün başı olmasından tanınır. O sadece ekonomik teori ve politikaları konusunda değil, çok çeşitli konularda faaliyet gösterdi. Bunların arasında yöntem bilim, felsefe, psikoloji ve tarihi sayabiliriz.

HAYEK ve LİBERALİZM

——————————————————————————–

1 – Hayek’in Hayatı ve Eserleri

a) Hayek’in Hayatı

Hayek, 8 Mayıs 1899’da Viyanada doğdu. Tabi bilimler alanında kökü geleneği olan bir aileye mensuptu. Büyükbalarından biri zoolog, diğeri de istatistikçi olup Avusturya İstatistik Komisyonu Başkanı idi. Babası da tıp doktoru olan Hayek’in kardeşlerinden biri Viyana’da anatomi profesörü, diğeri bir başka yerde kimya profesörü idi. Kendisinin tabi bilimler sahasından ayrı kalmasına rağmen aile geleneği devam etti. Kızı biyolog oğlu bakteriyolog oldu.( 1)

Hayek, şüphesiz entellektüel çevresinin büyük yararını görmüştür. Daha ekonomi kelimesinin anlamını öğrenmeden babasının arkadaşı Eugen Von Böhm Baverk gibi büyük iktisatçıları tanımıştı. Bu sıfatla Viyana Üniversitesine girmesi yine hukuk (1921) ve siyasal bilim (1923) alanlarında iki doktora payesi alması gayet normaldi.

Hayek John Maynard Keynes ile ilk defa 1928’de Londra’da tanışmıştır. 1950 ye kadar kaldığı Londra Üniversitesi’ne İstatistik ve İktisat Profesörü olarak atandı. İngiltere’de gördüğü itibar onu o kadar etkiledi ki, Alman kuvvetlerinin doğduğu ülke olan Avusturya’yı işgalinden hemen bir kaç hafta önce, 1938’de Britanya tabiiyetine geçti. Hayek’in Keynes ile arkadaşlığı savaş yılları boyunca sürdü. Hayek in pür İktisat teorisi üzene incelemeleri 1941 deki The Pure Theory, of Capital gibi çalışmalarla devam etti. Toplumun yanlış anlaşılmasına dayanan ve tatbik kaabiliyeti olmayan sosyalist ütopyacı ideallerin o zamanki Britanya’da güç kazanmakta oluşundan etkilendiği için 1942’de Road The Serfdom’u yazdı.(2 )

En verimli çağının ozuzbir yılını İngilizce konuşulan bir dünyada geçiren Hayek, 1962’de Freiburg Üniversitesi’nde iktisadi politika profesörü olarak görev aldı. 1967’de emekli olunca kendisine, anavatanı Avusturya’da Salzburg Üniversitesi’nin fahri Profesörlüğü ve o güne kadar felsefe, ekonomi ve siyasal bilim alanlarında yaptığı çalışmalardan dolayı dünyanın her yanından gelen diğer ünvanlar tevdi edildi. Kazandığı şöhret ona 1964 de Tokyo Rikkyo Üniversitesinden fahri doktora payesi getirdi. Arkasından 1971’de Viyana Üniversitesi onu senatör yaptı. 1971’de İsveç’li iktisatçı Gunnar ile ortaklaşa Nobel İktisat Ödülünü kazandı.

Nobel ödülünü aldığı zaman, iktisat teorisi, siyaset ve hukuk felsefesi, düşünce tarihi ve hatta psikoloji alanlarında 25 kitap yazmış bulunuyordu. 10 kitapçık ve 130’dan fazla makale sahibiydi. Nobel ödülünden sonra da dünyanın dört bir yanında verdiği çok sayıda derslerin basılmış versiyonları dahil daha bir çok yayını çıktı.

b) Hayek’in Başlıca Eserleri

— Prices and Production, 1931.

— Monetary Theory and The Trade Cycle, 1933.

— Profits, İnsert and İnverstmen, and Other Essays on The Theory of İndustrial Fluctuation, 1939.

— The Pure Theory, of Capital, 1941.

— Low Legislation and Liberty, I-II-III.

— The Road to Serfdom, 1944.

— The Sensory Order, An İnguiry İnto The Foundations of Theoretical Psychology, 1976.

— The Constitution of Liberty, 1960.

— The Counter–Revolution of Science, 1952.

— İndividualism and Economic Order, 1948.

— The Counter Revelution of Science, 1952.

— Studies, in Philosophy, Politics and Economics and the History of İdeas, 1978.

— The Fatal Conceit,

— New Studies in Philosophy, Politics, Economic and The History of İdeas, 1978.

— Capitalism and the Historians, 1954.

— Choice in Currency, 1976.

— Collectivist Economic Planning, 1976.

— Confusion of Language in Political Thought.

— The Denationalization of Money, 1978.

— Economic Freedom and Representative Government,

— Full Employment at Any Price, 1975.

— Monetary Nationalism and İnternational Stability, 1964.

— The Reactionary Character of the Socialist Conseption, 1978.

— Unemployment and Monetary Policy, 1979.

Hayek’i tanıyan herkes, onun esas ilgilendiği hususun siyaset ve akademik hayatın şiddetli kavgaları değil, fikirleri olduğunu kabul etmektedirler. Hayek gerek yazıları gerek şahsiyeti itibariyle uslubu fevkalade olarak değerlendirilebilir. Binaenaleyh muhaliflerine entelektüel hataların ötesinde hemen hemen hiç bir şey izafe etmemiştir.(3)

2 – Toplumun İşleyişine İlişkin Anlayışı

Hayek sosyal hayatın ve ekonominin kurumlarının insan dizaynı ve planlamasının mahsulü değil, aslında insan eyleminin mahsulü olduğunu ileri sürer. Toplumu şekillendiren kurumlar, insan dizaynı ve planlama ürünü olmanın aksine; insanlar yüz yüze gelip mübadelede bulunurken, tamamen kendiliğinden ortaya çıkar.

Hayek yazılarında, toplumsal kurumların işleyiş tarzı konusunda, yaygın ama yanlış olan bir görüşe işaret etmektedir. Basitçe ifade edilecek olursa, bu, toplum ve uygarlık müesseselerini (yasalar, ahlaki kurallar ve toplumsal kurumlar gibi) insanoğlu kendisi yarattığına göre, bunları arzu ve isteklerini karşılayacak surette, dilediği gibi değiştirebilmesi gerektiği fikridir.

(Çoğu) sosyal kurallar, ahlak kodları, gelenekler ve yasalar aynen bu şekilde, çok geniş bir makul davranışlar kümesine dokunmadan, belli bir fiilleri yasaklayarak işler. Ortak maksatlara gelince, patika örneğinde görüldüğü gibi, faydalı bir neticenin ortaya çıkması için ortak maksatların varlığına gerek yoktur.(4)

Problem bireysel kurallar ve ortaya çıkan genel düzen arasındaki ilişkinin, hangi kurallar dizisinin işleyip hangilerinin işlemeyeceğini önceden söyleyemeyeceğimiz ölçüde karmaşık ve içinden çıkılamaz mahiyette olmasıdır.

Kendi tercihimiz olan kurallara göre işleyen toplumsal organizasyonları inşa etmemiz tabii ki mümkündür ama bunlar, alan ve ölçek bakımından zaruri olarak sınırlı olmak durumundadırlar.

Hangi yeni düşünceler ve düzenlemelerin gelecekte yürüyeceğini önceden bilecek kadar zeki değilizdir.

Hiç bir akıl kendisinden daha kompleks bir şeyi açıklayıp kontrol edemeyeceği için merkezi olarak yönetilen bir toplum komplekslik itibarıyle belli bir üst sınırın tehdidi altındadır.

a) Kurumların Demokratik Temeli: Hayek kurumların insanlar tarafından var edildiğini, öyleyse onların değiştirilebileceği görüşünü toplumsal hayatın ve kurumların gerçek temellerinin son derece yanlış anlaşılmasına dayandığını bu düşüncenin toplumun yeniden inşasının, bu bakımdan çok büyük hata olacağını savunur.

Toplumsal kurumlar inşa edilmiş bir görünüme sahip olmakla birlikte, önceden planlanmış veya icat edilmiş değildirler. Bir arazi boyunca bir patikanın oluşması, bireysel fiilin nasıl faydalı ama önceden düşünülüp planlanmamış neticeler doğurabileceğinin diğer bir örneğidir. Binaenaleyh bireylerin güdüleri tamamen bencil olmakla beraber, bu güdüler yine de kooperatif görünümde zuhur eden bir durumun hasıl olmasına hizmet etmektedir. Bireysel davranış ve onun meydana getirdiği sosyal kalıp arasındaki ilişki, bu nedenle hiç de basit ve yalın bir ilişki değildir.

Bu çerçevede topluma rasyonel şekilde yeniden biçim vermeye kalkışmadan önce onun işleyişini kavramak gerekir.

b) Bireysel Özgürlüğün Önemi

Hayek özgürlük kavramıyla, kişinin, başkasının keyfi idaresinin icbarına maruz kalmadığı durumu kasteder. Hayek’in amaçladığı liberal veya serbest toplum, içinde bireyleri diğerlerinin iradesine tabi kılma ve zor kullanmanın en aza indirildiği bir toplumdur.(5)

Kişi özgürlüğünün ortadan kaldırılması ve toplumun bir merkezî plana göre düzenlenmesi bazı yararlar vaat edebilir ama bunların felaket getirmesi daha muteberdir.

Özgürlüğün amacı öngörülebilir, tahmin edilebilir gelişmeler değil, yeni ve beklenmeyen gelişmelerdir. Hayek, özgürlüğün herhangi bir şekilde eksik savunulmasının, özgürlüğün asıl temellerini saldırıya maruz bırakacağına inanır.

Özgür bir toplum için gerekli olan zorlayıcı güç, halkı belli bir şekilde davrandırma gücü değil, vatandaşların kuralları ihlal etmelerini önleme ve bu türlü fiillere teşebbüsten men etme gücüdür. İnsanlar kural-rehberliğindeki davranış sırları içinde serbest olup, sadece kuralları ihlal edenler zorlamaya maruz kalır.

c) Özgür Bir Toplumun Hukuki Çerçevesi

Özgür bir toplum, iktidardakiler tarafından komuta edilmeyip, üyelerinin genel davranış kurallarını kabul etmelerine ve onların hangi fiillerin adil veya gayri adil olduğu hususundaki hakim kanaatlerine dayanır. Hayek gerçek anlamıyla yasanın, bu genel kurallar manzumesinden doğduğunu ifade eder. Zira bu anlamda yasa, hükümet idaresine matuf emirler değil, adil davranış kurallarının belirlenmesi ve keşfine dairdir.( 6)

Toplumlar gelişip emirlere daha az, genel kurallara daha çok istinat ederken, şefin veya esas otoritenin bu yargısal işlevi artacaktır. İhtilaf konuları zuhur edecek ve gittikçe daha çok yargı kararı tesisi gerekecektir. Bu tür yargı kararlarını meşrulaştırma haklı bir temele kavuşturma teşebbüsü, kuralları kelimelerle ifade teşebbüsüne yol açacaktır. Böylece eskiden kurallar bariz ve bilinir olmaktan ibaretken, şimdi, insanlar kuralların tam olarak gerçekten ne olduklarını ifade etmeye çalışmaktadır.

Yargıç kuralların ne olduğunu ortaya koymaya ve bu kurallar kifayetsiz olduğunda, onlara ilişkin düşüncelerimizi tadile çalışmak durumundadır. Yargıç tutup yeni kurallar sunamaz, çünkü bunların genel düzen için tahripkar olup olmayacağını, hiç bir şekilde söyleme imkanına sahip değildir. Hükümetin bizatihi kendisi genel kurallarla sınırlandırılmalıdır.

Özgür bir toplumu özgür olmayandan ayıran, birincisinde, her bireyin tanınmış ve geniş bir alana, hükümet otoritesinin müdahale etmediği korummuş bir sahaya (protected domain) sahip olmasıdır.(7)

d) Hayek’in Merkeziyet ve Adem-i Merkeziyet Görüşü

Hayek merkeziyet ve adem-i merkeziyetten bahsederken daha çok federe ve federal devletten bahsetmiştir. Hayek fakir bölgelerin kendi amaçları bakımından, daha zengin bölgelerin zenginliğini sızdırma hakkına sahip bulunması için ne milli nede milletlerarası düzeyde ahlaki bir zemin olmadığını söyler. “Yine de zengin bölgedeki insanların çoğu daha fakir bölgelere yardım için para tedarik etmeye istekli olduklarından değil, fakat çoğunluk bir çoğunluk olmak için, daha geniş birimin zenginliğinden pay almaktan yararlanan bölgelerin ilave oylarına ihtiyaç duyduğundan merkeziyetçilik ilerlememektedir.(8)

3 – Hayek’in Muhafazakarlık Görüşü

Hayek bize bütün geleneksel kural ve değerlerimizi terk edip toplumu sıfırdan başlayarak yeniden şekillendirme girişiminin tehlikeli olduğunu, çünkü sosyal kurumların, bizim ancak mübhem şekilde idrakinde olduğumuz ‘bilgi’ ya da ‘hikmet’ içerdiklerini hatırlatır. Hayek, kural ve değerlerimizin statik kalması gerektiği veya bunları eleştirmenin hiçbir zaman mümkün olmadığı fikrinde değildir ve bunda çok dikkatli olup, bize içinde planlanmamış, (spontane), büyümüş (grown) bir toplumun değiştiği ve değişebileceği bir mekanizma sunmaktadır.

Önemli olduğunu düşündüğümüz diğer kural ve değerlerle çatışma içindeyse, bazı kuralları bırakmak ve bazı moral değerleri feda etmek zorundayızdır. Bu bakımdan kuralları daime gözden geçiririz. Bunu, mevcut kuralların arka planına karşı da yaparız.

Hayek’in fikrine göre, insan aklının, uygarlığımızı aşmamıza ve değerlerimizi bilimsel veya objektif tarzda yargılamamıza imkan verecek güçte olduğunu ve kuralları bütünüyle dizayn ederek daha mükemmel bir uygarlık meydana getirebileceğimizi düşünmek bir yanılsamadır.

Hayek sosyalist planlamanın bir panzehiri olarak muhafazakarlığa güvenme husunda çok ihtiyatlı olup, bunu şöyle ifade etmektedir:

Muhafazakarlık, istikrarlı her toplum için gerekli bir unsur olmakla beraber, sosyal bir program değildir. Paternalistik, nasyonalistik ve iktidar-hayranı eğilimleri bakımından gerçek liberalizmden daha ziyade, sosyalizme yakındır ve gelenekselci mahiyeti, anti-entelektüel ve çoğunlukla mistik tabiatıyla muhafazakarlık, gençlere ve -eğer bu dünyada daha iyi bir yer olacaksa bazı değişikliklerin arzuya şayan olduğuna inanan diğer insanlara, kısa hayal kırıklığı dönemleri hariç, hiçbir zaman çekici gelmeyecektir.

4 – Sosyal Adaletin Eleştirisi

Hayek’in ‘sosyal adalet’ diye adlandırılan şeyin anlamını keşfetmesi, on yıldan fazla bir süre zamanını almıştır. Ancak Hayek’in eleştirdiği ateşli sosyalizm muhtemelen artık maziye ait şey olmakla beraber ona ait bir takım kavramlar, Batı’daki insanların zihinlerinde derinlemesine yer etmiştir.

En başta bir kere adalet moral bir kavramdır der Hayek ‘sosyal adalet’ için. Örneğin çok çalışan biri çok kaybedebilir veya sevimsiz karakterli olarak görülen birisi piyasının en büyük payını ele geçirebilmektedir. Böyle bir gayrı adil bir duruma isyan edebiliriz.(9)

Sosyal adalet fikri toplum konusundaki yanlış bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Toplum, kompleks fakat planlanmamış değerler ve eylemler sistemi olup, paylaşılmış değil, üzerinde uzlaşılmış amaçların bir örgüsüdür.

Cadılar ve hayaletlere herkesin inanması onların var olduğunu göstermez. İşte sosyal adalet kavramı da bu anlamda bir “cadı”dır.

Bir hemşire ile bir kasabın, kömür madencisi ile bir yüksek mahkeme hakiminin, bir dalgıç ile bir lağım temizleyicisinin, yeni bir endüstrinin kurucusu ile bir jokeyin, vergi müfettişi ile hayat kurtaran bir ilaç mucidinin, jet pilotu ile matematik profesörünün nispi ücretlerinin ne olması gerektiğini sorduğumuzda “sosyal adalete” müracaatın bu konularda karar verme hususunda bize en küçük bir yardımı olmaz.

Piyasa da kişinin ödülü / karşılığı ne gösterdiği kişisel çabalar ve hizmeti üretmek için katlandığı zahmet ve eziyetlerin; ne de kişinin moral meziyetlerinin bir fonksiyonudur. Genellikle insanlar başkalarına onların gösterebilecekleri büyük gayret ve çabadan ziyade, sahip oldukları bir takım tabi kabiliyetlerden dolayı değer bulur.

Bir insanın hizmetinin değerinin başkaları nazarında ne olduğunun onun ne kadar çaba harcamaya hazır olduğu ile bir alakası yokur. Nitekim bazı insanlar işlerini öyle severler ki onu bedava bile yapabilirler. Gerçekten bir üreticinin işinin ne kadarının onun becerisinden ne kadarını şanstan kaynaklandığını hesaplamanın muhtemelen bir yolu yoktur.

Hayek sosyal adalet kavramının menşeini sorgulamakta ve bazı endişe verici gerekçeler ortaya koymaktadır. Bunlardan biri genel piyasa düzeninde karşı temel şikayetlerden biri, piyasanın değişen şartlarının bazı insanları eski durumlarından daha kötü bir duruma bıraktığıdır. Sosyal adalet nosyonunun ikinci kaynağı, şüphesiz saf kıskançlıktır.

5 – Hayek’e Göre Liberal Bir Düzenin Kurumları

Liberalizm öncelikli olarak dini inançların söz konusu olduğu hallerde, politik faaliyette ve ekonomik hayatta bireyciliği, özgürlüğü ve toleransı benimsemiş akımları belirten genel terimdir.

Dini sorunlarda liberalizm vicdan özgürlüğünü savunmuş, bağnazlığa karşı çıkmış, kişisel inançlara saygı gösterilmesini istemiştir.

Politikada demokrasi ilkelerini desteklemiştir. İnsan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Vatandaşların kanun önünde eşit olmalarını genel oy hakkının kutsallığını savunmuştur.

Liberallerin politik doktrin akımlarındaki yerleri, statükonun sürekliliğini arzulayan muhafazakarlar ile düzen değişikliği özlemini duyan radikaller arasındadır. Liberalizm, halk içinden çıkmış, “halkla beraber olan ve halk için çalışan” anayasal iktidar düzenlerini benimsemiş bir doktrindir.

İktisadi liberalizm, dışalım serbestliğini, gümrük vergilerinin indirilmesini, serbest rekabeti savunmuş ve devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkmıştır. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” sözü iktisadi liberalizmin bir sloganıdır. İktisadi liberalizmin öncülüğünü yapmış ilk iktisatçılar, iş adamları ve politikacılar şunlardır. Adam Smith, Ricardo, Richard Cobden, John Bright ve John Struart Mill.

a) Piyasa Yapısı

Ayakkabı imalatçısı, Jones, ayakkabıya ihtiyaç duyduğunu bildiği için ayakkabı üretmez. Düzinelerce tüccar (ya da daha doğrusu bunların mal verdiği perakendeci), imalatçının tanımadığı binlerce Jones’in ayakkabı satın almak istediğini bildiği için, değişik fiyatlardan belli sayıda ayakkabı satın alacaktır. İşte imalatçı bunu bildiği için ayakkabı üretir.(10) Fiyat mekanizması Hayek’in belirttiği gibi harikulade bir şeydir.(11)

Mekanizma üzerinde anlaşmaya varılan hedefler veya çıkarılacak talimatlar gerektirmemekle, herhangi bir bilince sahip olmamakla beraber binlerce muhtelif malı en verimli kullanım terkibine yöneltir.

Piyasa sistemi, insanların ‘çok çalışmasına’ değil insanların, tüketicileri tatmin edecek doğru yer ve zamanda ve diğerlerinin arzularıyla en az çatışacak bir tarzda diğer insanların arzu ettikleri şeyleri üretmelerine dayanır.

Piyasanın verdiği ödüller, bir malın ve o malı arz eden bireyin çabalarının, diğer insanlar nazarındaki değerini yansıtır. Bu ödüller biylece diğer insanların da fayda temin edeceği ilerdeki faaliyetler için bir itici unsurdur.

Marx gibi bazı düşünürler, ürünün değerinin ona harcanan emek miktarınca belirlendiğini iddia eden, (malların üretimine hiç emek sarfetmediği ve muhtemelen böylece onlara hiçbir değer katmadığı görünen kapitalistlerin kamulaştırmasını meşrulaştırmak için kullanılan) bir ’emek-değer’ teorisini kabul etmişlerdir. Tabi ki bu Hayek’in nazarında gerçeğin tam tersidir. Fiyatlar üreticiye ürünün ne kadar emek ve beceri koymaya değer olduğunu bildirir ve bunu bir şekilde anlayamazsanız, kaçınılmaz olarak piyasanın işlevini idrak etmeniz hiç bir zaman kabil olmayacaktır.

Hayek’in piyasa karşılığının tahsisi konusunda vardığı netice şudur:

Ortak amaçlar hiyerarşisine hizmet etmeyen ama her kişinin kendi bireysel amaçlarını takipte ancak bu şekilde karşılıklı yardımlaşabilecekleri için birbirleriyle işbirliği yapan çok sayıda aktörün bulunduğu bir sistemin işleyişinden daha fazlasını istemek elbette makul olmaz.

Fiyat mekanizması da insanın farkında olmadan tesadüfen bulduktan sonra kullanmayı (tam olmasa da) öğrendiği bir çok sistemden biridir. Üreticiler ve tabi ki tüketiciler arasındaki rekabet, piyasa sürecinin bir diğer asli parçasıdır.

b) Geleneksel Tam Rekabet Modeli ve Hayek’in Eleştirileri

İktisat kitapları başlangıçta genellikle, ‘tam rekabet’ kavramını ele alır. Tam rekabetin tasavvur edilen avantajları piyasa yanlılarının argümanlarında; tasavvur edilen dezavantajları da piyasa muhaliflerinden gelir. Hayek’in fikrine göre, her ikisi de yanlış olup, rekabetin bir çok avantajı şükür ki hiç bir şekilde onun ‘tam’ olmasına dayanmaz.

Geleneksel tam rekabet modeli, ekonomik hayatın dar bir kesimi dışında mevcut olmayan temellere dayanır. Modelin temel varsayımı kesin çizgilerle tanımlanmış herhangi bir mal veya hizmetin çok sayıda üretici tarafından aynı maliyette maksimum miktarda tüketiciye sunulabildiği ve neticede onlardan hiç birinin bilinçli olarak fiyatı belirleyemediği varsayımıdır. Bu modelde fiyatını yükselten her üretici müşterisini kaybedecek fiyatını düşüren her üretici rakiplerinin mukabil hareketiyle karşılaşacaktır. Fiyatlar bu nedenle mümkün olduğu kadar düşüktür.

— Mevzubahis tüm hadiselerin tam olarak bilinebileceği (tam bilgi varsayımı) ve üretim sürecine girmede engellerin olmayışı varsayımıdır.

Hayek bu geleneksel görüşü eleştirisi bu görüşün vuku bulmasının hiç olası olmadığı noktasından ibaret olmayıp, geleneksel görüşün, statik bir durumdan çok bir faaliyet (action) olan rekabet düşüncesini tamamen saptırdığını da belirtir. Hayek’e göre her iktisadi problem – örneğin bir malı arzı veya onu yeni kullanımının keşfi gibi – bazı şeyler değiştiği için ortaya çıkmaktadır. İktisat çalışması bu sürekli değişen dünyada intibakların nasıl yapıldığının incelenmesi olup, geleneksel ders kitapları yaklaşımının yaptığı gibi bir resmi zaman içinde bir noktada dondurmak bize tam olarak hiç bir şey söylemez.

— Üreticilerin piyasalarının tam bilgisine sahip olduğu ‘tam rekabet’ varsamıyımı gerçekleşmemektedir. Kimse tam bilgiye sahip olmadığı için dir ki bilgiyi ortaya koymaya matuf bir metod -iyi- ama şüphesiz mükemmel olmaktan uzak bir metod olarak fiyat sistemine güveniriz.

Herkesin her şeyi bildiğini varsaydığımızda hiç bir şeyin çözülmeyeceği; ve asıl meselenin daha ziyade mevcut bilginin mevcut olduğu kadar çoğunun kullanılmasının nasıl sağlanabileceği meselesi olduğu ortaya çıkacaktır.(12)

— Tükektici tercihinin ‘veri’ olması mümkün değildir. Bir tüketicinin, önüne tercih konuluncaya kadar o tercihe yönelik nasıl tepki göstereceğini bilemeyiz.

Herhangi bir ürünün tamamen homojem olabileceği -yani tüketicilerin hangi arz kaynağını seçecekleri konusunda tamamen kayıtsız kaldığı- varsayımı aynı şekilde olası değildir.

— Rekabetin fonksiyonu üreticileri ayırmak, bir üreticinin diğer rakip üreticilerinden daha iyi olduğu konusunda onları kanaat sahibi kılmaktır.

— Mevcut üretim metodları ve üretim maliyetleri konusundaki tam bilgi bu nedenle anlamsız bir varsıyımdır.

c) Hayek’in Para ve Enflasyon Üzerine Düşünceleri

Enflasyon, kaynakların yanlış tahsisine sebep olur. Hayik’in ekonomideki parayı analizindeki en önemli özellik, paranın nötr olmadığı hususudur. Para arzındaki bir artış, sermaye ve işgücü istihdamında reel değişiklikler ortaya çıkarır. Enflasyon, işgücü ve sermayeyi, yukarı doğru yükselme seyrini sürdürdüğü sürece ancak ortaya çıkan istihdam alanlarına yöneltir.

Basit miktar teorisi para miktarındaki bir artışın, uzun ve kararsız bir gecikmeden sonra, genel fiyat seviyesinde eşit bir değişiklikle sebep olacağını ileri sürmektedir. Fakat Hayek’in görüşüne göre genel fiyat düzeyinden söz etmek, enflasyonun ekonomik faaliyetlere zarar verme yönünde nasıl işlediğini göz ardı etmektir. Bu genel fiyat seviyesi fikri, eleştirmenlerin, işsizliğin enflasyonun (er ya da geç) zaruri bir sonucu olmadığı varsaymalarına imkan tanır.

Veri enflasyon oranı beklentisi bir kez başlayınca ancak yeni kredide yeni bir artış sinyali (yanlış olmakla birlikte) istihdam ve yatırımı daha ileri hareket ettireceği için, enflasyon artık uyarıcı etkide bulunmaz. Hiç bir ‘orta doz’ ana kesintisiz enflasyon politikası anlamlı değildir ve tabii ki işsizliğe kesinlikle çözüm de değildir.

Hayek yükselen fiyatların, ne var ki enflasyonun nedeni değil sadece tezahürü (neticesi) olduğunu ifade eder.

Enflasyon ne kadar uzun süre devam ederse iş gücündeki yanlış tahsis de o kadar büyük olacaktır. Fakat Hayek’ e göre bu işsizlik enflasyonun kaçınılmaz neticesidir. Ve işsizliğin tohumları enflasyonun tabiatında mevcuttur. Enflasyonun uyarıcı etkisini ya yavaşça ya da çabucak ortadan kaldırmayı ve nispi olarak kısa bir süre için çok yüksek oranlı işsizliği seçebilirsiniz.

Eğer enflasyonun üstesinden gelinecekse gerekli ilk şey işlerin arz fazlası olan işlerden sıkıntının olduğu yerlere kolay hareketine izin veren işleyen bir emek piyasasıdır.

Hayek’e göre enflasyon belki de, bir tür hükümet faaliyetinin gittikçe daha çok hükümet kontrolünü zaruri kıldığı bu fasid dairede en önemli biricik faktördür. Bu nedenle artan hükümet kontrolüne doğru gidişi durdurmak isteyenler, çabalarını para politikaları üzerine yoğunlaştırmalıdırlar.

6 – Hayek’in Sosyalizm Eleştirisi

Demokratik sosyalizm, imkansız bir şeydir ve yalnız bununla da kalmaz. Bu ütopya için çabalarken o kadar farklı bir durum ortaya çıkmaktadır ki, bu gün demokratik sosyalizme taraftar olanlardan pek azı bu neticeye katlanmayı göze alacaktır.(13)

Hayek’in ikazı ılımlı bir sosyalizmin başarılabileceği ve bunun istikrarlı bir toplumun temeli yapılabileceğine inanan, demokratik sosyalist entelektüellerdedir. Bunun başarılması ve toplumun temeli yapılması mümkün değildir. Sosyalistin iktidarı sınırlanmamalı, çünkü onun için sadece netice önemlidir. Kısaca sosyalist, hukuk hakimiyeti ilkesine tamamen muhaliftir.

a) Hayek’e Göre Planlama

Bir firmanın ‘optimum ölçeği’ konusundaki karar, politikacı veya ekonomistlerce tespit edilemez. Firma, piyasadaki talebi test ederek, en etkin ölçeği sadece kendisi ortaya çıkarabilir ve kendini bu düzeye göre düzenleyebilir. Çoğu aklı başında şirket planlamacılarının stratejisi, risklerini birçok piyasaya dağıtmak ve yaymaktır. Büyük firmaların fiyatları kontrol etme güçleri bu bakımdan genellikle abartılır.

Merkez bu gün için kullanışlı ve ucuz görünen bir ürünün üretilmesi veya kullanılması konusunda karar alabilir. Ancak ürünler çok kısa bir sürede demode ve pahalı olabilir.

Hayek’e göre teknoloji bizi şümullü ekonomik planlamaya zorlamaz, ama bu teknolojiyi kontrol edecek bir merkezi otoriteye korkunç bir güç tevcih eder. Hayek bu yüzden de özellikle müteyakkız olunması gerektiğine inanır.

Planlama lehinde ileri sürülen diğer argüman şudur. Modern ekonomi bu gün o kadar karmaşıktır ki, bu yüzden kaynakların tahsisi problemine ancak merkezi planlama çözebilir.

Hayek ise durumun tamamen farklı olduğuna inanır. Toplum ve iktisadi süreç bu gün o kadar komplekstir ti herhangi bir planlamacının ya da planlamacıların kavrama kapasitelerini tamamen aşmaktadır. Fakat bu bir tek aklın alabileceğinden daha fazla enformasyonu ihtiva eden işleyen ve kullanan piyasa düzeninin aleyhinde bir durum değil; onu destekleyen bir durumdur.

Bütün bilgilerin bir tek zihne/ akla verilebileceğini düşünmek meseleden uzak olmak ve gerçek dünyada önemli olan her şeyi göz ardı etmektir.(14)

Piyasa düzeni bilinçli planlama ile tasarlanmış veya dizayn edilmiş bir şey değildir. Piyasa düzeni karşılıklı menfaatleri ölçüsünde diğerleriyle işbirliği yaparak kendi amaçlarının peşinden koşan milyonlarca bireyin kalıbı/örüntüsü mahsulüdür. Bu düzen kaynakları yönetmek için tasarlanmış olmayıp, halkın ekonomik faaliyetlerinin sorucu, onların bireysel faaliyetlerinin kalıbıdır.

Halkın faaliyetlerine rehberlik eden, mülkiyet ve sözleşme yasaları gibi genel kurallar çok karmaşık bir genel düzenin ortaya çıkmasını mümkün kılar. Bu düzen o kadar karmaşıktır ki tek başına bir aklın idrakini aşmaktadır.(15)

Hayek piyasa yapısının üretim tüketim ilişkileri ve akışının merkez tarafından planlanmasını planlamacılardan daha fazla abartmıştır. Oysa ki planlama ile ilgili işleri yürütürken merkezde bir tek kişi bu görevi üslenecek değildir. Nihai olarak planlamayı yapacak kişiler veya kurullar demokratik yollarla göreve gelmesinden dolayı yadırgayacak bir şey olmasa gerek. Bu kişiler veya kurulların isabetli karar alamayacağına gelince Hayek’in demokrasi eleştirilerinde de bahsettiği gibi çoğunluğun her zaman isabetli karar vermeyeceği iddiası ortadadır. Toplumda her zama sonsuz sınırsız bir özgürlük ortamının olması –bu özgürlük ortamının her ne kadar serbest piyasa ilkeleri gereği düzenlenmiş olsa da– toplumun çok anormal adaletsizliklere yol açmaması için koordine ve gidişatın tayin edilmemesi anlamına gelmemektedir.

Ancak Hayek’in merkezi planlamayı Marksist ekonomik düzen paralelinde eleştirmesi (ki öyledir) yani ‘merkezi planlama’ yı işletmecilik mantığından ayrı olarak düşünmesi eleştirilerinin büyük ölçüde haklı olduğunu gösterir. Ama Hayek’in de bu eleştirilerinde bile fazla ileri gittiğini söyleyebiliriz.

İnsanların planın gayesi üzerinde anlaşmaya varmaksızın sadece merkezi planlamanın lüzumu konusunda uyuşmaları durumu, tıpkı bir grup insanın nereye gitmek istedikleri hususunda bir anlaşmaya varmadan birlikte seyahate çıkmağa kalkmalarına benzer. Netice şudur: Bu insanların hepsi, içlerinden çoğunun hiç de istemediği bir seyahat yapmağa mecbur olacaktır.(16)

Merkezi planlamanın ve sosyalist ideallerin olduğu bir toplumda çökecek ilk şey, hükümetin kendisinin sınırlanması gerektiği şeklindeki klasik liberal ilkedir.

Planlamacılar hedeflerine ulaşmak için muayyen kaynakları, muayyen maksatlara tahsis etmek zorundadırlar. Planlı ekonomi, piyasa ekonomisi gibi genel kuralların işleyişine değil muayyen neticeler elde etmek kaynakların bilinçli bir şekilde tahsisine dayanır. Planlamacılar kaynakları bir sektörden ekonominin diğer sektörüne kaydırırlarken sürekli en çok kimin görüşünü kaale alınması gerektiğine, kimin önerilerinin kabul edileceğine ve kabul edilen planda istihdam ederken kimlerin uygun olduğuna karar vermek zorundadırlar.

…sınai gelişmenin hükümetçe kontrolü gibi görünürde son derece masum bir prensibin, bir baskı ve ayrım siyaseti hususunda adeta sınırsız imkanlar doğurduğu fazlasıyla ispatlanmıştır.

Bütün bu eleştiriler büyük ölçüde isabetlidir. Aslında Hayek ve dahası liberalizmin en tutarlı ve gerçekçi ilkesi olan bireysel çıkarların koordine edilmesi insan doğasının bir sonucu olan homo ekonomik insanı gerektirmesidir. Ancak bu homo ekonomik insanın dizginlenmemesi de karşımızda vahşi kapitalizmi çıkarmaktadır.

Totaliter iktisadi plan halkın seçilen hedeflere inanmasını icabettirir. Bunu sağlamanın geleneksel yolu, alternatifler konusunda mevcut enformasyonunun kontrolü olmuştur. Burada moral konu, seçilen hedefin iyi veya kötü olması değil, propagandanın gerçeğe saygıyı yavaş yavaş erozyona uğratması problemidir.

b) Hayek’in Sosyalizm Eleştirisinin Tesiri

Hayek’in The Road the Serfdom adlı eseri zamanın çoğu entelektüellerinin ütopyacı sosyal teorilerini ektisiz hale getirmek için çok şey yaptığı açık olarak görülmüştür.

Bir kısım sosyalist iktisatçının piri Lord Keynes bile kitap hakkında, kendini hemen hemen onunla hemfikir; hatta sadece hemfikir olmayıp ondan derinden etkilendiği bir fikir birliği içinde gördüğünü yazabiliyordu.

7 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Kurumları

Liberalizm toplumun temel düzeyinin tasarımlı kontrolünü ayrıntılarını önceden bilemeyeceğimiz bir kendiliğinden düzenin oluşumu için zaruri olan kurallar gibi genel kuralların tatbikiyle sınırlandırır.

Toplumların gelişmesi buna uygun şartları oluşturmamızı gerektirir. Sosyal düzenin mahiyeti daha ziyade bizim inşa edemediğimiz ama ona müsait koşulları sağlayarak gelişmesine imkan sağladığımız tabiatta mevcut diğer bir çok düzene benzer. Örneğin atomları tek tek bir araya getirerek hiç bir zaman karmaşık bir kristal elde edemeyiz ama atomların kendilerini kristal oluşturacak bir şekilde tanzim edecekleri şartları oluşturmak kolaydır.

Hükümetin görevi, bireylerin ve grupların başarılı olarak karşılıklı amaçlarını gerçekleştirebildiği bir çatı yaratmak ve bazen şu ya da bu şekilde piyasanın arz edemediği hizmetleri sunmak için gelir temini maksadıyla zorlayıcı gücünü kullanmaktır.

Hayek’e göre kamu sektörünün büyüklüğü onun meşruiyetinin ölçütü değildir. Meşruiyet, tamamen hükümetin zor kullanımının kurallarla sınırlı olup olmadığına yürürlüğe koyduğu kuralların eşit tatbike sahip olup olmaması ve sosyal düzenin pürüzsüz işleyişine yardım edip etmediğine dayanır.

8 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Anayasası

Yasa özgür insanlardan oluşan bir toplulukta ortaya çıkmaktadır. Yasa neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki genel kanaate dayanan geniş ölçüde bir mutabakatı gerektirir.

Hayek’e göre adalet kuralları kral tarafından yapılmış olmayıp yargıçlar tarafından keşfedilmiştir. Hakimin amacı özel bir sonuca ulaşmak veya toplumun kaynaklarını özel bir amaca yöneltmek değil, düzeni korumaktır.

Yasa diye adlandırılan bir çok şey bu gün, adaleti korumak için değil, idari mekanizmayı çalıştırmaya matuf olarak dizayn edilmiş, bu tipte idari yasama faaliyetidir.

Hayek yasaları seçimle gelen yöneticilerin eline bırakmak, krema kavanozunu kedinin sorumluluğuna bırakmaya benzer. Kısa süre sonra hiç bir yasa -en azından hükümetin keyfi iktidarını sınırlaması anlamında bir yasa- kalmayacağının aşikar olacağını söyler.

Hayek’in de kendini dahil ettiği liberal gelenek, çoğunluk yönetiminin bir tiranlığa sapması önlensin diye, çoğunluğun kendilerine oy verdiği iktidarlara sıkı sınırlar koyar.

Yasama kesin olarak yürütmeden ayrılmalıdır. Yoksa yürütme hiç bir zaman kendi aleyhine kendini sınırlayıcı yasa yapmayacağı açıktır.

— Hayek’in Demokrasi Eleştirisi

Demokrasi, esas itibariyle iç barışı ve bireysel özgürlüğü korumaya matuf fayda gayesi güden bir aygıt, bir usuldür. Bu bakımdan hatadan salim veya mutlak değildir.

Hayek demokrasinin gerçekten takdire şayan bir kurum olduğunu, fakat en ateşli demokratlar bile onun sınırsız genişlemesinden yana olmayacağını ifade eder. Çocuklara, diğer ülkede mukimlere, delilere ve diğer bir çok gruplara oyu yaygınlaştırma yararlı olmaktan uzaktır. Aynı şekilde, demokrasiyi genişletmenin diğer yolu olarak üzerine oy kullanılan konuların kapsamını genişletme, her zaman hayırlı olacağa benzemez.

Genellikle çoğunluk kararları bireysel kararlardan daha az akıllıca olacaktır. Çoğunluk kararları, hadiseleri daha kaba taslak nazarı dikkate almak ve neticeler hakkında daha az düşünmekle yetinir.(17)

Bir demokraside politikacının görevi uzak bir gelecekte çoğunluğun görüşü olabilecek yeni kanaatlere revaç buldurmak değil, geniş kitlenin sahip olduğu kanaatleri ortaya koymaktır.(18)

İktidarın bir şekilde sınırlandırılması esastır. O da hukuk ve yasaların olması ve yasama ve yürütmenin ayrılmasıdır. Ancak Hayek güçlerin ayrılmasını da yeterli görmemektedir. Hayek’e göre önemli olan, güçlerin (yasama-yürütme) zapt-ü rapt altına alınmasıdır. Bu açıdan en büyük felaket sınırsız hükümettir ve hiç kimse, sınırsız iktidara sahip olma ve hükmetme vasfıyla mücehhez değildir.(19)

Hukukun üstünlüğü ilkesi, hükümetin zorlayıcı gücünün genel kurallara uygunluk dışında kullanılmamasını kuralların bilinmesinin ve kesin olmasını insanlara eşit muamele edilmesini yani yasaların kişileri dikkate alarak uygulanmaması gerektiği üzerinde durur Hayek.

9 – Sosyal Bilimler ve Yönetim Bilimlerinin Anlamı

Hayek reel değerlerle izafi değerleri kıyaslar, sosyal bilimlerin tabi bilimlerle ayırıcı özelliğini açıklarken. Örneğin para fizik veya kimya terimleriyle tanımlanamaz. Gerçek şu ki, paranın genellikle basılmış kağıttan veya yuvarlak metal disklerden yapılmış olması iktisatçıyı hiç ilgilendirmez. İktisatçı sadece halkın paraya atfettiği değrle ve kendisiyle değişik yapılabilecek muhtelif mal ve hizmetlerle ilgilenir.

İktisatta veya diğer herhangi bir sosyal bilimde sanaliz etme durumunda olduğumuz hammaddeler, insan amaçlarına yollamada bulunmaksızın objektif bir tanımlaması kabil fiziki nesneler değildir. Sosyal bilimlerin hammaddeleri insanlar ve insanlara göründükleri şekliyle eşyadır. Bu nedenle, grup içindeki insanların davranışını, insanların kendi saik ve tutumlarıyla alakalandırmaksızın yapılacak herhangi bir açıklama girişimi başarısızlığa mahkumdur.

Sosyal bilimler alanında istatistiklerin yetersizliğini anlamak için fiili uygulamalara bakmak zorundayız. İstatistikler, bireyler mecmuunun vasıflarını özetler.

Hayek belli bir zaman sonra iktisat ve sosyal bilimlerde Avusturya Okulu’ içinde yer alan meslektaşlarının çizgisinden ayrılmıştır. Geleneksel Avusturya’cı düşünce hiç bir sosyal olayı tahmin etmenin mümkün olmadığı, iktisat ve diğer sosyal çalışmaların bilimselliği iddiasının bu nedenle aldatıcı olduğu şeklindedir. Ancak daha sonraki çalışmalarında Hayek, sosyal veya ekonomik hadiselerin menkul kıymetler piyasasındaki fiyat düzeyleri gibi) tahmin edilememekle beraber, hadiselerin diğer –daha genel– kalıplarının (fiyatların kontrolü durumunda mal darlığının ortaya çıkması gibi) tabii ki tahmin edilebileceğini ifade eder. Bu nedenle sosyal bilimler, teorileştirme sahaları sınırlı olmakla birlikte, gerçek bilimler olarak adlandırılabilir.

Bu açıdan hiç bir ekonomist, gelecekteki fiyatların bilimsel tahminlerini temel alıp, mal ve hizmet alım satımıyla zengin olabilmiş değildir.Hayek’e göre, sosyal bilimler bu nedenle asla spesifik hadiselerin kestirimini amaçlamış. Fakat bu bilimler, belli bir düzen veya kalıp hasıl edecek mekanizmaları açıklayıp anlamamıza yardım edebilir.

Hayek’in analizinin bütünüyle tatminkar olmadığı belirtilmelidir. Zira hayek, doğru teorileştirme ile, güven vermeyen, temelsiz spekülasyon arasındaki sınırın kesin çizgilerini vermez.

Hayek’in yaptığı, sosyal bilimcilere, topluma ilişkin bilimsel bilginin bir yerlerde bir hattı ve hududu olduğunu hatırlatmak ve onların tutturmayı umdukları tahminlerin mahiyeti hususunda mütevazı olmalarını istemektir.

SONUÇ

Sosyal ve siyasal bilimlerin görevi, bireysel düzeyde ne tür eylemlerin gerçekten pürüzsüz şekilde işleyen bir sosyal düzen ortaya çıkaracağını tespit etmektir.

Hayek’in The Road to Serfdom adlı kitabında ortaya koyduğu fikirler bir çok fikir ve eylem adamının görüşlerinde önemli ve gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir.

Bir yandan yukarıda belirtilen konsensüsün olumsuz ve tahripkar etkileri kendini gösterirken, Hayek, özgür toplumun ilkelerini açıkladığı The Constitution of Liberty ile özgür toplumdan yana olanlara güçlü bir silah sunmuş ardından Law Legislation and Liberty de, liberal sosyol düzenin hassas yapısını güçlendirmek için gereken hukuki ve anayasal çerçeveyi ortaya koymuştur.

Hayek bütün büyük sosyal hareketlere politikacılar tarafından değil, düşünce adamlarınca önderlik edildiği görüşüne sahiptir. Öyle ki dünya politikasının önde gelen bir çok şahsiyeti onun çalışmalarını yalnız okumakla kalmamış onlardan etkilenmişlerdir de.

Hayek, özellikle liberalizmin yeniden yorumlanmasından ve liberalizmin Avusturya ekolünün başı olmasından tanınır. O sadece ekonomik teori ve politikaları konusunda değil, çok çeşitli konularda faaliyet gösterdi. Bunların arasında yöntem bilim, felsefe, psikoloji ve tarihi sayabiliriz.

Hayek’in eserlerinde genellikle tabi bilimlerle sosyal bilimler mukayesesinin eğilimini görürüz. Bunu Hayek’in içinden geldiği ortamla paralel olarak düşünürsek anlayabiliriz.

Hayek’in Sosyalizme getirdiği eleştirilerle kalmamış liberalizme de değişik bakış açılarından yapıcı müdahalelerde bulunuştur. Bu açıdan Hayek’in sentezlerindeki isabet gücü artmıştır. Onun bu özelliğinde de çok farklı bilimlerle iç içe onları soluklayarak büyümesi etkendir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Akyüz, Müfit, Ertel, Nesrin; Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü, (II.Baskı) Dünya Yayınları, İstanbul, 1989.

Butler, Eamon; Hayek, Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, İstanbul, 1996.

Büyük Ekonomi Ansiklopedisi, Sabah Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1992.

Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni, (Çev. Mehmet Öz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Kurallar ve Düzen, (Çev. Atilla Yayla), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; Kanun, Yasama Faaliyetleri ve Özgürlük, Sosyal Adalet Serabı, Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; The Road to Serfdom, Routledge Paperback, London, 1994.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume I, The Mirage of Social Justice, The University of Chicaco Press, London, 1973.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume II, The Political Order of a Free People, The University of Chicaco Press, 1976.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume III, The Political Order of a Free People, The University of Chicaco Press, 1979.

Hayek, Friedrich A. Von; The Constitution of Liberty, University of Chicago Press, Chicago, 1960.

Yayla, Atilla; “Liberalizm”, Türkiye Günlüğü, İstanbul 1996.

(1) Butler, Eamon; Hayek, Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, İstanbul, 1996, sh. 2.

(2) Age. sh. 5.

(3) Butler; Age, sh. 2.

(4) Butler, sh. 22.

(5) Hayek’in özgürlüğü tanımı ve savunması hususunda bkz. özellikle The Constitution of Liberty, I. böl.

(6) Butler; Age, sh. 35.

(7) Hayek, The Contitution of Liberty, (Zikr. Eamonn Butler ) sh. 139-140. University of Chicago Press, 1960, sh. 81. Hayek aynı konuyu Rules and Order, sh. 106-110 da daha veciz ama daha müşahhas şekilde (procted domain) olarak kullanmaktadır.

(8) Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni, (Çev. Mehmet Öz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993, sh. 198-200.

(9) Hayek, Friedrich A. Von; Kanun, Yasama Faaliyetleri ve Özgürlük, Sosyal Adalet Serabı, Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.sh. 115-119

(10) Butler; Age, sh. 57.

(11) Hayek, İndivudualism and Economic Order, sh. 87, (Zikr. Butler; Age, sh. 2.)

(12) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948. sh. 95, Zkr. Butler; Age, sh. 65.

(14) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948., sh. 83. 1944, sh.23, (Zikr. Butler; Age, sh. 90.)

(15) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948., sh. 83. 1944, sh.23, (Zikr. Butler; Age, sh. 91.)

(16) Hayek, The Road to Serfdorm, 1944. sh. 46. 1944, (Zikr. Butler; Age, sh. 95.)

(17) Hayek tarafında demokrasinin en ayrıntılı ele alınışı The Constitution of Liberty nin 7. bölümünde bulunabilir.)

(18) Hayek,The Contitution of Liberty, sh. 112. 1944, (Zikr. Butler; Age, sh. 163..)

(19) Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Kurallar ve Düzen, (Çev. Atilla Yayla), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.sh. 207.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

İNSAN HAKLARI

Mart 24, 2008 at 12:06 pm (SOSYOLOJİ)

İNSAN HAKLARI

Nereye baksanız veya hangi konuya el atsanız bir yanından insan ile ilgili bir boyut ortaya çıkıyor ve insanın gündeme gelmesiyle beraber de insan hakları kavramı önem kazanıyor.
İnsan hakları kavramının temelinde insan olgusu yatmaktadır. İnsan bir canlı olarak vardır, doğar, yaşar ve ölür. Tüm canlıların geçtiği aşamalardan doğal olarak insan da geçer. İnsan haklarının temelinde yatan insan kavramı yalnızca biyolojik anlamda insan değildir. Akıl taşıyan, düşünen ve aynı zamanda psikolojik varlık olarak insanın, sadece insan olması nedeniyle, doğuştan bazı haklarının varolduğu savı, insan hakları düşüncesinin başlangıcı olmuştur. İnsan, doğanın olduğu kadar toplumsal yaşamın da ürünüdür. İnsanların tek tek biraraya gelmesi nasıl ki toplumları yarattıysa, günümüz anlamında insanı da bu toplumlar ortaya çıkarmışlardır. İnsanın hem doğadan gelen bir yanı, hem de toplumdan gelen bir yanı bulunmaktadır. İnsan genelde bu iki kaynaktan gelen boyutları ile anlam ve kişilik kazanmaktadır. İnsanı, insan yapan doğa ve toplum kaynakları, insan haklarının genel boyutlarının belirlenmesinde de en önemli göstergelerdir.
İnsan üzerine her bilim dalı tarafından değişik tanımlar geliştirilmiştir. İnsan için getirilen her tanımın değişik yanları gerçekliğe uygun ve doğrudur. Ne var ki, hiçbir tanım yeterli bir açıklama getirememiş ve insan olgusunu bütün boyutlarıyla ortaya koyamamıştır.
İnsan kavramının günümüzdeki içeriğine kavuşmasında, insanın doğuştan gelen bazı haklarını araması, ve bunları zaman içerisinde toplumsal gerçeklik içinde kazanmasının önemli işlevleri bulunmaktadır. Her dönemin değişen koşullarında, insan kendi kişiliğini bulmaya ve beğendiğini toplumsal gerçeklik içinde kanıtlamaya çaba göstermiştir. Toplumların olduğu kadar, dönemlerin de koşulları birbirlerinden farklı olmuş ve bunlar insan kavramı ile insan hakları anlayışlarına belirli etkiler yapmışlardır.
İnsan haklarının düşünsel temelleri, çok eski dönemlere kadar uzanır. Dörtyüzyıl önce başlayan insan hakları anlayışı, günümüzde de sürmektedir. Bu arayış her zaman daha iyiye, daha gelişmişe ve daha yeniye doğrudur. Nitekim çağımızda artık uluslararası bildiriler ile belirlenen insan haklarına sürekli olarak yeni haklar çağdaş belgelerle ve sözleşmelerle eklenmektedir. İnsan gibi yaşama isteği ile başlayan bu savaş giderek insan hakları üzerinde bireyler arası ve uluslararası etkin bir kamuoyu yaratılmasını sağlamıştır. Bu da kamuoyunun giderek bilinçlenmesine ve insan hakları sorununu sürekli olarak gündemde tutulmasına neden olmuştur. Dünya ülkelerinde evrensel insan hakları; kamuoyu, baskı ve teröre yönelen ülkelerdeki siyasal rejimleri fazlasıyla etkilemiş ve uygar ülkelerin önde gelen kuruluşları ile toplum kesimleri, sürekli olarak geri kalmış ülkelerdeki baskı ve terör rejimlerini denetleyerek, onların insan haklarını çiğnemelerine izin vermemiştirler.
Ekonomik gelişimlerin yeni aşamaya ulaşması ve özellikle ekonomide görülen tekelleşme eğilimleri de insan haklarını olumsuz yönde etkilemiştir. Ekonomik çıkarlar doğrultusunda işbaşına gelen iktidar ve yöneticilerin, insan haklarını umursamaz tutumları karşısında, baskı ve terör altında ezilen dünya halkları, insan hakları kavgasını giderek artan bir bilinçle yürütmüşlerdir.
Herkesin daha iyi, gelişmiş ve refah içinde bir dünya düzeni kurulmasını istediği günümüzde, artık insan haklarının bugün varmış olduğu düzeyden geri dönülmesini beklemek boş bir düştür. Ne var ki, insan hakları ve özgürlüklerine dayalı dünya nimetlerinin ve ulusal gelirlerin dengeli dağıldığı, adil ve korkusuz bir dünyanın gerçekleşmesinde, ülkeleri ve halkları yönetenler birleşmedikçe insanların hakları konusunda kendilerini güvence altında görebilmeleri son derece zor görünmektedir. İnsanlığı, kitleler halinde ezmeye ve yok etmeye yönelik silahlanma yarışı sürdükçe, insanlık ne yoksulluktan, ne de bu gibi tehlikelerden kurtulamayacak ve insan hakları, hiçbir zaman güvence altında olmayacaktır.
Her ülkenin halkı, özgür ve bağımsız biçimde, dünya kamuoyu önünde ağırlığını koymadıkça; insan haklarının çağdaş anlamda bir düzene kavuşabilmesi ve güvenceli bir düzene geçebilmesi biraz zor görünmektedir. Büyük ülkelerin ekonomik ve siyasal üstünlükleri, teknolojik devrimin yarattığı olanaklar ve üstün silah gücü insan haklarının başlıca düşmanları olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Zamanla ortaya çıkan haklar, belirli bir süreç içinde uluslararası bildiriler ve sözleşmelerle hukuksal bir nitelik kazanmış ve evrensel düzeyde geçerliliğe sahip olabilmiştir. Uluslararası bildiri ve sözleşmelerin yarattığı dayanışma, güvence konusunda yeni bir aşama sağlamış ve demokratik ülkeler, bu alanda kararlı bir örgütlenmeye giderek, insan haklarının çiğnenmesine karşı evrensel bir tavır geliştirebilmişlerdir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

IRKÇILIK NEDİR?

Mart 24, 2008 at 12:01 pm (SOSYOLOJİ)

IRKÇILIK

Irk nedir?
İnsanlar deri ve saç rengi,boy uzunluğu, vücut biçimi gibi fiziksel özelliklerine ve ge-
netik olarak incelenebilen kan grubu gibi biyolojik öğelere göre belli gruplara ya da ırklara ayrılır.Günümüzde biyologlar fiziksel farklılıklardan çok ırklar arasındaki genetik farklılıkların incelenmesiyle ilgilenirler.Irk incelemeleri biyoloji biliminin yeni bir dalı olan nüfus genetiği alanına girer.
Irklara ilişkin ilk sınıflandırmalardan birini,Alman anatomi ve fizyoloji bilgini Johann Friedrich Blumenbach (1752-1840) yaptı.Kafatası ölçümlerine dayanarak insan türünü beş gruba ayırdı: Kafkasyalı(beyaz ırk) , Moğol, Etiyopyalı,Amerika Yerlisi ve Malayalı.Daha sonra bütün canlıları sınıflandıran İsveçli biyolog Carolus Linnaeus (1707-78) deri rengine göre ayırt ettiği dört değişik ırk tanımladı.Onu izleyen biyologlar da fiziksel özellikleri temel alan ırk grupları üstünde çalıştılar.Ne var ki,bu tür sınıflandırmaların bilimsel ve kesin olmadığı daha sonra anlaşıldı.

Irksal Farklılıkların Kökeni
Bilim adamları ilk insanların 350-500 milyon yıl önce Afrika’da yaşadığı , buna kar- şılık ırksal farklılıkların ancak 100 bin yıl önce ortaya çıktığı konusunda birleşiyorlar.Böylece insanların aynı kökten türediği ,önce Eskidünya’ya ardından da Yenidünya’ya yayıldığı öne sürülmektedir.Asıl yurtlarından uzaklara göç edince insanlar arasında farklılaşmalar doğdu.Değişik fiziksel özellikleri olan halklar ya da ırklar oluştu.

Irkçılık
Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde farklılıklar yarattığını ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan görüş ya da ön yargıdır.Bu görüşler insanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı,esmer ve kızıl olarak ayıran sınıflandırma- ları temel almıştır.
Fransız etnoloji uzmanı Joseph-Arthur Gobineau (1816-82)ve sonradan Alman uyru- ğuna geçen İngiliz siyaset bilimcisi H.S. Chamberlain (1855-1927) ırklar arasında bir sınıflandırma yaparak ,bunu beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlayacak bir kurama dönüştürmek istediler.”Ari ırk” kavramını ortaya atarak , bu ırkın insanlığın gerçekleştirdiği tüm uygarlık- ların tek yaratıcısı olduğunu savundular.Bu tezler Batı Avrupa’da ırkçılığın körüklenmesine yol açtı.Bugün artık önemini yitirmiş olan bu savlar arasında beyaz ırkın ,başka ırklarla karışmadığı sürece gelişeceği de vardı.
Bu türden değerlendirmelere dayanan ırkçılara göre ,beyaz ırktan olmayan insanlar geri zekalı ,yeteneksiz ve ahlaksızdır.Irkçılar kendilerinden aşağı gördükleri insanlara karşı ayrımcılık uygular, onlara hak ve fırsat eşitliği tanımazlar.

Irklar Konusunda Önyargılı Görüşler
Irklar konusunda en yaygın önyargılardan biri “saf” ırkların olduğu ve bunların aşağı ya da saf olmadığı düşünülen ırktan insanlarla karışması durumunda zayıflayacağı ve yok olacağı düşüncesidir.Nazi Almanya’sında Ari ırkın üstünlüğüne ve saflığına, bütün Almanlar’ın da bu ırktan olduklarına inanıldı. Naziler ,Almanların Yahudiler ve Çingeneler’ le evlenmeleri durumunda kendi ırklarının bozulacağını öne sürdü.Bu anlayış bütünüyle bilim dışıdır.İlk olarak, Yahudiler ve Çingeneler ırk değildir.İkincisi, hiçbir ırk öbürlerinden daha iyi ya da daha saf olarak tanımlanamaz. Bütün ırklar birbiriyle karışmıştır ve yavaş yavaş değişmektedir.Bu değişim bir yanda çevresel etkenlerden öte yandan genlerde birdenbire ortaya çıkan değişikliklerden(mutasyon) ileri gelir.Saf ve üstün ırk olmadığına göre ,farklı ırk gruplarının birbirleriyle karışmasının bozucu bir etkisi de yoktur.
Bir ırk grubunun bütün üyelerinin birbirine benzediği ,aynı zihinsel oluşumu paylaştığı ve bir ırkın üyelerinden daha zeki olduğu gerçek değildir.Örneğin ,bazı kimseler Avrupalılar’ın teknolojik gelişmesini Afrikalılar’ın görece geri teknolojileriyle karşılaştırarak Avrupalılar’ın genetik olarak Afrikalılar’ dan üstün olduğunu ileri sürmüştür.Bu yanlış bir varsayım ya da önyargıdır.Aralarındaki temel ekonomik farklılıklar,Avrupalılar’ın yüzyıllarca Afrika’yı sömürmesi sürecinde yaratılmıştıar.Herhangi bir ırkın bir başkasına göre zeka üstünlüğünü gösteren hiçbir genetik bulguda yoktur.
Irk olarak tanımlanan bazı grupların ırk sayılamayacaklarını belirtmek gerekir. Ör- neğin ,Yahudiler bir ırk değil,dinsel bir topluluktur.Almanlar da ırk değil bir ulustur.Naziler’ce Alman halkının ırkı olarak yüceltilen Ari ırk da özünde bir dil grubudur.

Irkçılığın Gelişimi
Avrupalılar kendileri gibi beyaz olmayan insanlarla ilk kez keşifler sırasında karşı karşıya geldiler.Beyaz ırkın üstünlüğü düşüncesi sömürge savaşları ve köle ticaretine paralel olarak gelişti ve zamanımıza kadar geldi.Irk ayrımcılığı nedeniyle ,bazı ülkelerde bir arada yaşayan değişik ırktan insanlar arasındaki düşmanlıklar kıyımlara yol açtı.
ABD’de ,Afrika’dan getirttikleri köleleri kırbaçla ,boğaz tokluğuna çalıştıran güneyli çiftçiler ,acımasız davranışlarını haklı göstermek için köleliğin aşağı ırktan olan Siyahlar için doğal olduğunu ileri sürdüler. Köleliğin 1865’te kaldırılmasıyla ırkçılık sona ermedi.Özellikle güneyde okullarda ,otobüslerde ,lokantalarda ,hapishanelerde Siyahlar’a karşı ayrımcılık uygulandı.Siyahlar sosyal hizmetlerden beyazlar ölçüsünde yararlandırılmadı.Bunun sonucu olarak yoksulluk yaygınlaştı ve Siyahlar arasında suç oranı arttı.Ayrıca ırkçı önyargılardan dolayı çoğu zaman Siyahlar işlemedikleri suçlardan bile sorumlu tutuldu.Oy hakkı kazanmalarının üzerinden 100 yıl geçmesine karşın ,Siyahlar bugün hala ekonomik ,kültürel ve siyasal açıdan beyaz ABD’lilerden daha geri konumdadır.
Almanya’da Adolf, Hitler’in öncülüğünde 1993’te yönetime geçen Naziler , H.S
Chamberlain’in Ari ırk kuramına sahip çıktılar.En katışıksız Ari topluluğunun Germenler,yani
safkan Almanlar olduğunu öne sürerek,Almanya’nın içinde bulunduğu bunalımdan kurtulabilmesi için Ari olmayan Yahudiler’ den ,Çingeneler’den ve öteki yabancı ırklardan arındırılması gerektiğini savundular.Bunun için ,Almanya’da ve II. Dünya Savaşı sırasında işgal edilen topraklarda toplama kampları kurdular.Açlıkla yüz yüze bıraktıkları tutuklulara işkence ve şiddet uyguladılar.Yaşlı genç demeden milyonlarcasını gaz odalarında ölüme gönderdiler.

Günümüzde Irkçılık
Bugün Güney Afrika’da ekonomik ve siyasal gücü elinde tutan küçük bir beyaz azın- lık Siyahlar’a ve öbür azınlıklara karşı şiddetli bir ayrımcılık uyguluyor.
Son yıllarda İngiltere’ye Batı Hint Adaları’ndan,Hindistan dan ve Pakistan’dan gelen göçmen sayısındaki artış bu ülkede de ırkçı davranışların artmasına yol açtı.Almanya Federal Cumhuriyeti’nde ise Neo-Naziler özellikle Türk göçmen işçilere karşı şiddet uygulamaktan geri kalmıyorlar.Aynı ülkede yaşayan değişik ırklardan insanların yaşama biçimlerinin ve kültürünün o ülkeye zenginlik getireceği ve hoş bir değişiklik yaratacağı düşüncesi henüz gerçek olmaktan çok uzaktır.Sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla ortaya çıkan ırklar arası eşitsizlikler,bu imparatorlukların ortadan kalkmasıyla yeryüzünden silinmesi. Ne var ki,20. yüzyılın son çeyreğinde ırkçı düşünce ve uygulamalar daha çok tepki çekiyor ve yasal düzenlemelerle önü alınmaya çalışılıyor.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın