Hello world!

Kasım 22, 2009 at 11:41 pm (Uncategorized)

Hoş Geldiniz

Kalıcı Bağlantı 1 Yorum

TÜRK MODERNLEŞMESİNDE ZİYA GÖKALP’İN ÖNEMİ

Mart 24, 2008 at 12:10 pm (SOSYOLOJİ)

“Ziya Gökalp’in Türk Modernleşmesindeki Önemi” konulu bu çalışmada, öncelikle, II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte önem kazanan İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük akımlarından ve bu akımlar içinde Ziya Gökalp’in yerinden bahsedilecektir. Bundan sonra Ziya Gökalp ideolojisinin temel özellikleri ele alınacak, onun, Yeni Türkiye’nin oluşum aşamasına ideolojik anlamda etkileri tartışılacaktır. Üzerinde asıl olarak durulacak konu Ziya Gökalp’in “Hars ve Medeniyet” ayrımıdır.

II- ÜÇ DÜŞÜN AKIMI

1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte geniş kapsamlı bir ideolojik farlılaşma dönemi başlamıştır. 1908 olayının nitelik bakımından bir “inkılap”[1] mı, yoksa bir “ihtilal”[2] mi olduğu konusu tartışma yaratmıştır. Yaygın görüş, ihtilal niteliğinde olduğundan yanadır, çünkü bir inkılap, gelişmenin yollarını açacak şekilde toplumun belli başlı kural ve kurullarının yeni temellere oturtulması demek olmalıydı. (BERKES, 1978? ; 404)

İnkılap niteliğinden yoksun olduğundan dolayı, bu olay yalnızca aydınlar arasında kalmış, toplumsal yapı değişikliği getirememiştir. İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük (ya da Ulusalcılık) denen üç düşünce akımının başlaması bu zamana denk düşer.

Bu üç akımın düşünürlerinin hemfikir olduğu nokta, Osmanlı’nın geri kalmış olduğuydu. Herkes bu noktada anlaşırken, bu durumun sebeplerinin neler olabileceğine verilen yanıtlar ve getirilen çözüm önerileri bağlamında önemli ayrılıklar yaşanmıştır.

Batıcılar, geriliğin sebeplerini Batı uygarlığından kopuk kalınmasında bulurlar. bu kopukluğun yaşanmasındaki temel etken de İslam dinidir. Şeriat, hayatın hemen hemen her alanına gitmiş, böylece gelişimin önündeki engel olmuştur. Örneğin Abdullah Cevdet’e göre:

“Geri kalışımızın nedeni Asyalı kafamızdır; dejenere geleneklerimizdir. Bizi yenen güç bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen kafalarımızdır. Bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak olan güç dünya işlerini hükmü altına alan bir din-devlet bileşimi sistemidir.” (BERKES, 1978? ;406)

Müslümanların yalnız maddi değil, manevi uygarlık alanında da Batı uygarlığının gerisinde olduğunu İslamcılar da kabul ediyorlardı. Ancak, onlara göre bu geri kalışın sebebi İslam dini ve şeriat değil, tam tersine, şeriatın hayatın her alanına genişletilememesiydi. Onlara göre İslam, diğer dinlerden farklı olarak, zaten bir akıl diniydi ve geçmişte en yüksek uygarlık İslam uygarlığıydı. Müslümanların ilerlemesinin önündeki asıl etken İslamlık öncesi ve İslamlık dışı inançların yaşamaya devam etmesiydi. Arap olmayan kavimler İslamlık dışı geleneklerini yaşatmaya devam ettiklerinden İslamlığı çarpıtmışlardı.

İslamcılar arasından özellikle Sadrazam Sait Halim Paşa’ya göre Müslümanların gerilemesindeki bir başka etken, Hıristiyan düşmanlığıydı. Müslümanların Hıristiyanların siyasal egemenliğine girmesiyle İslam kavimleri arasında din birliği yok olmuştu. Hıristiyan düşmanlığının etkisi altında Müslümanların kimileri geriliklerinin sebeplerini istibdatta, kimileri ulemanın bilgisizliğinde, kimileri dinin ihmalinde, kimileri din taassubunda bulmaktaydı ve bu durumda ortaya çıkan sonuç, geri kalışın gerçek nedenlerini fark etmemize engel olan şeyin kendi kafalarımızın karışıklığı olduğuydu.

Bununla birlikte Batı, ilerlemenin tek yolunun onlar gibi olmak olduğu inancını kafalara işlemekteydi. Böylelikle Batı hayranları Batı’dan gerekli şeyleri almakla Batılılaşmayı birbirine karıştırıyorlardı. Bunun sonucu olarak doğan boşluk da ilerlemenin bir başka engeliydi.

Sadrazam Sait Halim Paşa ayrıca İslamlık ile Hıristiyanlık arasında bir kıyas yapmış ve politik, ahlaki, toplumsal sorunlar gibi konuların hepsinde İslamlığın Hıristiyanlıktan üstün olduğu sonucuna varmıştır.

Meşrutiyet dönemindeki fikir tartışmalarında görüş birliğine varılan bir başka nokta, reform sorunlarının hep Batı uygarlığı ile karşılaşmanın doğurduğu sorunlar olduğudur. (BERKES, 1978? ; 409)

Batıcılar’a göre, Batı uygarlığı sadece maddi ilerlemelerde değil; yaşayışta, düşünce ve sanatta diğer uygarlıklardan açıkça üstün, mükemmel bir uygarlıktır. Bu nedenle geri kalmış bir ulusun kendi geriliğinden kurtulması ve Batı’nın ilerleyişine katılması ancak onu bütünüyle anlayıp kabul etmesi ile mümkün olabilecektir. Batı uygarlığını ayıran özellikler kişinin din ve devlet baskısından kurtulması, birey olarak değer kazanması, insan haklarının üstünlüğü; aklın, inanç ve geleneğin üzerinde tutulması ve bilimin cehalete karşı zaferiydi.

İslamcı düşünceye göre ise Batı’nın özü hümanizm değil, Hıristiyanlıktı. Bu nedenle de İslamlıkla uyuşması mümkün değildi.

İslamcılar da Batı uygarlığının maddi yanlarının alınması fikrine katılıyorlardı. Ancak İslamcılar’a göre, Batı’da bilimin ve teknolojinin ilerleyişi, bu yanlar Hıristiyanlık sayesinde değil, Hıristiyanlıktan uzaklaşıldığı için gelişmişti. Batı’da ortaya çıkan demokrasi sorunu gibi bazı sorunlar İslamlıkta ortaya çıkamazdı, çünkü zaten Batı toplumu eşitsizlikler ve sınıf ayrımı üzerine kuruluydu. Oysa İslam eşitlik ve kişi özgürlüğüne dayanırdı(!), dolayısıyla İslamlıkta ne demokrasi sorunu vardı, ne de özgürlük… “İslam toplumlarında da böyle sosyal sorunlar bulunduğunu düşünmek kör bir taklitçilikten başka bir şey değildir. Bizim toplumumuzun sorunlarına, anayasal rejim, yasama organları, parlamenterizm gibi Batı’ya özgü tedbirleri uygulamaya kalkışmak sadece anlamsız eylemler olmakla kalmaz; İslamlığın kendini geliştirmesini zararlandıracak engellemeler olur.” (BERKES, 1978? ;410)

Böylece bizim Avrupa’nın biliminden, endüstrisinden yararlanmamız gerekirken, bu uygarlığın adetlerinin ve ahlakının ülkemize girmesini önlememiz şarttı. Avrupa’nın medeni kanunlarının toplumun ahlakı üzerinde ne denli yaralayıcı olduğu ortadaydı.

Ulusçu görüşün Batı anlayışı ise bu iki görüşünkinden tamamen farklıydı. Bu görüşün asıl temsilcisi Ziya Gökalp’e göre, geri kalmışlığın sebepleri ne İslam kavimlerinin bu dini seçmeden önceki geleneklerinin yaşatılıyor olmasındaydı, ne de bugünkü Avrupa egemenliğindeydi.

“Müslümanlar geri kalmışlardır: çünkü (a) dünyanın koşullarının geliştirdiği çağdaş değişiklikleri hiçe saymışlardır; dinlerini bu yeni koşullar altında yeniden yorumlamaktan kaçınmışlardır; dinlerine çağdaş koşullar altında yeni anlamlar verememişlerdir. Batı uygarlığı, üstün bir uygarlık olarak ortaya çıktığı zaman Müslümanların gösterdiği taassubun altındaki neden de budur. (b) İslam dininin ve şeriatının, Müslümanlaşmış ulusların ulusal kültürlerini, onlar üzerine kendi ümmet uygarlığı hukukunu kurmakla yıkılması ikinci baş nedendir; bu yüzden İslam uygarlığı çağdaş uygarlık karşısında iflas edince bu halklar, ulusal kültürden yoksun yığınlar olarak ayakta duramıyorlar.” (BERKES, 1978? ; 408)

Ziya Gökalp, modern Batı uygarlığının temel gerçeğinin akıl, aydınlık, insanlık değil; içinde dinin de rol oynadığı ulus kültürleri olduğu fikrini savunmuştur. Batı uygarlığı değişik ululardan meydana gelmiştir ve o bir Avrupa ulusal birliği değildi. Avrupa’yı meydana getiren uluslar kendilerine özgü kültürleriyle birbirlerinden ayrılmaktaydı. Böylece, Batı uygarlığına katılmak demek Batıcılar’ın söylediği gibi Batı uluslarının kültürlerini almak demek değildi; çünkü bir ulus, ancak kendi kültürünü muhafaza edebildiği sürece ayakta kalabilirdi. O nedenle öncelikle ulus olmayı başarmak gerekmekteydi.

İslamcılar’ın gösterdikleri model Japonya idi. Japonlar Batı uygarlığının iyi ve kötü yanlarını ayırt edebilmişler, iyi yanları kendi dinleriyle birleştirerek ilerleme yoluna girebilmişlerdi. Fakat aslında Japonya doğru seçilmiş bir örnek değildi. Çünkü İslamcı yazarlar Japonların da İslamlık ve Hıristiyanlık türünden bir dinleri olduğunu (Budizm) ve bu dinin de İslam gibi bir din olduğunu sanıyorlardı. Oysa Japonya’nın ulusal kültürü Şinto’dur. Bu ne bir kitap dinidir, ne de bir şeriatı vardır. Bir Şinto Japon istediği herhangi bir dini seçebilir. Buna göre Japonlar, kitapsız, şeriatsız, peygambersiz olduklarından aslında İslamcılar için dinsiz bile sayılabilirlerdi. (BERKES, 1978; 414)

İslamcılar’a göre, şeriatın kapsamadığı alanlar Batı uygarlığına açılabilirdi. Fakat bunlar örf ve adetler de dahil olmak üzere yaşamın neredeyse her alanını şeriat kapsamına sokmaya başladılar. Ayrıca, bilimin gelmesiyle birlikte insanlar düşünmeye başlayabilir, bunun da şeriat üzerinde yıkıcı etkileri olabilirdi. Nitekim bilim, Batı’da dinsizliğin yayılmasına sebep olmuştu ve posta, demiryolu gibi teknolojik ilerlemeler sayesinde bu durum tehlikeli ölçüde yayılabilirdi. Fakat İslam dini bilim güneşinin karşısında eriyecek dinlerden değildi. “Bizim yapmamız gereken şey, bilimin ışınları karşısında İslam dininin bütün ışıklarını parlatmaktır.” (BERKES, 1978? ; 415)

Bu sıralarda Ziya Gökalp devrimcilerin toplandığı bir çevre olan Selanik’e gitmiş ve bu konularda yazmaya başlamıştır. Ömer Seyfettin’in başlattığı halk dili akımı bu çevrenin ele aldığı sorunlardan biri olmuştur. Burası aynı zamanda ilk toplum düşüncülüğünün başladığı, sosyalizm ilgisinden sosyoloji ilgisinin geliştiği yerdir.

Gökalp, düşüncelerinin kaynağı olarak sosyalizmi değil, Durkheim’ın sosyolojisini seçmiştir. Sosyolog Ziya Gökalp toplumda sorunun normal ile patolojik[3] olanın ayırt edilmesi olduğunu öne sürmüştür.

III- ZİYA GÖKALP İDEOLOJİSİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Ziya Gökalp’e göre bir toplumun yönünü asıl etkileyen şey o toplumun değerleri ve ülküleridir. Ülküler toplumun özlemlerinin bir görüntüsüdür ve asıl sorunun çözülebilmesi için toplumun içindeki özlemlerin neler olduğunu bulmak gerekmektedir. Yoksa bu çözüm, yarar ya da akıl ölçütleriyle kararlaştırılacak ıslahat programlarıyla sağlanamaz. Toplumdaki aydınlara düşen şey, doğuş halindeki bir ulus toplumunda bilinçli olmayan bu özlemleri bilinçli ve tutarlı, bütünlü ülküler haline getirmektir.

İslamcıların temsil ettiği ülküler artık Türk toplumunun özlemlerini yansıtmıyor, bu ülküler çağdaşlaşma özlemlerinin engeli oluyordu. Bu tür ülküler ancak bir ümmet toplumunun ülküleri olabilirdi ve Türk toplumu artık bir ümmet olmaktan ulus olmaya geçiyordu. Çağdaş toplumlar ulus toplumlarıydı ve en yüksek ülküleri ulusal ülkülerdi.

Batı uygarlığından neler alınacağına karar vermek için önce şeriat dahiline alınan ve İslamlık ile bir tutulan yanların temizlenmesi gerekirdi. Çünkü bu yanlar gerçekte dinden değil, çağdaş uygarlıkla uyuşması olası olmayan yakın doğu ortaçağ uygarlığından gelmekteydi. Bir toplum aynı anda iki uygarlıklı olamazdı. Aksi takdirde tutarsızlıklar ve çatışmalar ortaya çıkardı ki patolojik olan da buydu.

Çağdaşlaşma, İslamcılar’ın Batı uygarlığının iyi buldukları yanlarının alınmasını zorunlu kılıyordu. Fakat bu uygarlıkların kültürleri alınamazdı, çünkü her ulusun kültürü kendine özgüdür.

Selanik’te açılan İttihat ve Terakki İdadisi programına ilk kez sosyoloji dersini koyduran ve bu dersi bizzat kendisi okutan Ziya Gökalp ilk Türk sosyoloğudur.[4]

Sosyolojinin konusunu belirlerken öncelikle olayları uzvi (organik) hayati olaylar, ruhi hayati olaylar ve içtimai (toplumsal) hayati olaylar olarak üçe ayırdı. Böylece Gökalp sosyolojiyi diğer bilimlerle eşdeğer bir bilim dalı olarak Türk toplumuna sunmuştur. (KONGAR, 1985; 106)

Gökalp sosyolojiyi zümrenin incelenmesine yönelik bir bilim olarak ele alır. Zümre, ona göre “maddeten birbirinden ayrı olan bireylerin çeşitli nitelikteki, manevi, zihinsel ve ruhsal bağlarla birbirlerine bağlanması sonunda ortaya çıkan insan topluluklarıdır.” (KONGAR, 1985; 106).

Ziya Gökalp bütün toplumların üç aşamadan geçtiklerini kabul eder. Bu aşamalar da, 1) Kavim devri, 2) Ümmet devri, 3) Millet devridir. (KONGAR, 1985; 106)

Kavim devrinde, toplumda bütünlük dil ve ırk birliği ile sağlanır. Ayrıca toplumda ortak adetler ve kurumlar vardır. Bu ortak noktalar bir kavmin diğerlerinden farkını belirler. Ümmet devrinde toplumsal yapıya evrensel dinler egemen olur ve bu dinlerin etkileri altına giren kavimler kendilerine özgü nitelikleri kaybederler. Millet (ulus) devrinde toplumlar kişiliklerine yeniden kavuşurlar. Bu kişiliğin oluşabilmesi için de toplumun kendi bünyesindeki değerlerin yüksek uygarlık düzeyinde yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Bu aşamalara göre yaptığı tarihsel incelemelerinde Gökalp Türk toplumunu,
1) İslamdan önce Türkler (kavim devri),
2) İslamda Türkler (ümmet devri),
3) Modern Türkiye (millet devri)

şeklinde ayırır (KONGAR, 1985; 107). Gökalp’e göre Türkler henüz ikinci aşamadaydı ve onun çalışmalarının amacı Osmanlı Ümmetini Türk Milletine dönüştürmekti.

Düşüncelerinde Durkheim’dan oldukça etkilenen Gökalp, onun geliştirdiği toplumsal bilinç fikrinden yola çıkarak kendi ulusal bilinç kavramını geliştirmiştir. Buna göre bir toplumun ulus olmasının birinci koşulu ulusal bilincin gelişmesidir. Gökalp’e göre ulusal bilincin yaratılmasının bir yolu, o sırada mevcut olan fikir akımlarının uyuşturulmasıdır. Bu uyuşturma çabası Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak çalışmasında görülebilir. Aşağıdaki sözleri ayrıca bu konudaki fikrini ortaya koyar:

“O halde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunları bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak ‘muasır bir İslam Türklüğü’ ibda etmeliyiz.” (KONGAR, 1993; 58)

Bir ikinci yol, Türk ulusal kültürünü (hars) geliştirmektir. Bu amacını gerçekleştirmek için de Türk dili, Türk estetiği, Türk ahlakı, Türk hukuku gibi konularda incelemeler yapmıştır. Ayrıca iktisadi Türkçülük, siyasi Türkçülük, felsefi Türkçülük gibi bir ulusun fonksiyonel bir bütün olmasını amaçlayan çalışmalar yapmış, bütün bu çalışmalar sırasında Türk toplumu ile ilgili somut öneriler getirmiştir. Bunlar arasında zengin bir burjuva sınıfının yaratılması, bankacılığın geliştirilmesi, tarımsal sendikaların kurulması gibi öneriler sayılabilir. (KONGAR, 1985; 109)

Ziya Gökalp, bir toplumun gelişmesinde endüstrinin de çok önemli bir yeri olduğunu, bir ülkede endüstrileşme başlayınca bilimin de gelişeceğini söyler. Gökalp’e göre, sadece köylü ve memur sınıflarına dayanan bir kavimde örgütlenme gücü olamaz. Çiftçiler hayatın yaratıcı kuvvetinden yararlanarak yaşadıkları için bizzat yaratıcı değildirler. Memurların ise zaten üretimle alakaları yoktur. Bu nedenle zihinsel yeteneklerin ve iradenin gelişmesi ancak, endüstri, imalat gibi işlerle, ticaret ve serbest meslek gibi konularla ortaya çıkar. (KONGAR, 1985; 108)

IV- ZİYA GÖKALP’TE HARS VE MEDENİYET AYRIMI

Ziya Gökalp’in Türk sosyolojisine en büyük katkılarından biri “hars ve medeniyet” ya da “kültür ve uygarlık” ayrımıdır. Gökalp bu ayrımı şöyle belirtir:

“Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak, vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara ‘hars’ adı verilir.” (KONGAR, 1993; 52)

Ziya Gökalp’e göre hars ulusal kültürdür. Medeniyet ise farklı toplumların bir arada geliştirdikleri bir kültürel bütündür. Hars, bireylerde değerleri, dolayısıyla ulusal bilinci; medeniyet ise bilimsel yaklaşımı ve aklı geliştirir.

Gökalp’e göre, hars ile medeniyet arasındaki en büyük ortak nokta, hem harsın, hem de medeniyetin bütün toplumsal hayatları kapsamasıdır. Ona göre bu hayatlar, 1) Dini hayat, 2) Ahlaki hayat, 3) Hukuki hayat, 4) Muakalevi (Akli) hayat, 5) Bedii hayat (Estetik ve Güzel Sanatlar), 6) İktisadi hayat, 7) Lisani hayat ve 8) Fenni hayat (Bilim ve Teknik) olarak ayrılabilir.
(GÖKALP, 1990; 25)

Bu ortak alanlarda varlığını sürdüren hars ve medeniyet arasındaki ayrımlar da şöyle maddelenebilir (KONGAR, 1993; 54-55):

1- Hars ulusaldır, medeniyet uluslararasıdır. Hars toplumsal hayatın sekiz alanında birden bir ulusun niteliklerini belirtir. Medeniyet ise bütün ulusların bu alanlardaki özelliklerini bir arada belirtir.
2- Medeniyet yapaydır. Bireylerin iradi olarak yaptıkları davranışlar sonucunda ortaya çıkar. Hars ise doğaldır. Kendiliğinden ortaya çıkar.
3- Medeniyet, harstan doğar. Fakat bir medeniyetin fazla gelişmesi, bazen bir ulusun harsını bozar. O zaman dejenere uluslar ortaya çıkar.
4- Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir ulusla, harsı bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir ulus, siyasal mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan ulus daima galip gelir.

Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyeti uzlaşmaz, çünkü iki medeniyetin bir arada varolması olanaksızdır. Fakat bir medeniyet ile hars bir arada yaşayabilir, ancak bir ulusun bunu başarması için harsını güçlendirmesi gerekmektedir. Gökalp, Türk harsını Batı medeniyeti ile birleştirmek istemiştir.

Gökalp’in Türkiye için önerdiği çözüm, toplumsal yaşamın belirlenmiş sekiz alanını Batı’dan akla, bilime ve tekniğe ilişkin olan yanları alarak doldurmak; duyguya ve inanca bağlı olanları ise Türk tarihinin ve toplumunun derinliklerinden alarak geliştirmekti. Ziya Gökalp’in bütün çabası, Batı uygarlığı içinde Türk toplumunun yeni bir ulusal bilinçle ve kendi kültürünü koruyarak yer almasını sağlamaktı.

V- SONUÇ

Ziya Gökalp, Türkiye’de toplumbilimin öncülüğünü yapmış, çok önemli bir düşünce adamıdır.

Türk toplumunun çağdaşlaşması için çeşitli düşünceler elbette başkaları tarafından da ileri sürülmüştür. Ziya Gökalp’in farkı, onun önerilerine milli bir nitelik katmasıdır. Ayrıca Türk toplumunun sorunlarına ilk kez sosyolojik çözümlemeler getiren yine odur.

Ziya Gökalp hiçbir zaman yalnızca bir düşün adamı olarak kalmamış, aynı zamanda yaşamı boyunca bir eylem adamı olmuştur. Öğrencilik yıllarından itibaren kendini Türk toplumunun öncelikle özgürleşmesine, sonra da çağdaşlaşmasına adamış, erken gelen ölümüne kadar çalışmalarına aralıksız devam etmiştir. Henüz Abdülhamit istibdadının devam ettiği dönemlerde, önceleri Diyarbakır’da, sonraları İstanbul’da sürekli olarak özgürlük hareketlerinin içinde olmuş, birkaç kez yakalanıp ceza almasına rağmen bu eylemselliğinden vazgeçmemiştir.[5]

Çağdaşlaşmanın nasıl olması gerektiği yolunda ortaya koyduğu formül ve getirdiği öneriler, Türk inkılabının ideolojisiyle önemli ölçüde paralellik göstermiş; onun düşünceleriyle Atatürk ilkeleri arasındaki tutarlılık, kimilerinde inkılabın Ziya Gökalp’ten etkilenmiş olabileceği düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. Hatta Gökalp’in “Türk inkılabının ideoloğu” olduğunu söyleyenler vardır. Yalnız Ziya Gökalp’in Turancılık ile ilgili görüşleri Mustafa Kemal’in ideolojisine ve inkılabın niteliğine ters düşmektedir.[6]

Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri adlı çalışmasında Ziya Gökalp ile ilgili yaptığı değerlendirmesinde, onun kültür ve uygarlık ayrımı konusunda aslında zayıf kaldığını iddia ediyor. Kongar’a göre, bir toplum bir başka toplumdan yalnızca din ya da yalnızca teknik alamaz; maddi ve manevi öğeler mutlaka birlikte etkileşime gireceklerdir. (KONGAR, 1993; 65)

Kongar’a bu konuda hak verdiğimi söyleyebilirim. Bence Ziya Gökalp’in önerisi teorik olarak kulağa hoş gelmekle birlikte, pratikte onun öngördüğü şekilde yaşanması zordur. Yine onun yaptığı ayrımdan yola çıkarak konuşursak, hem kültür hem de uygarlık belli maddi araçlardan ve manevi değerlerden oluşur. Gökalp’in maddi ve manevi diye ayırdığı alanlar aslında bence birbirleriyle tamamen etkileşim içinde, hatta birbirlerini yaratır niteliktedir. Bir toplumun içinde bulunduğu maddi koşullar (maddeye dayalı herşeyi kastediyorum), o toplumun değerlerinden ve inançlarından oluşan bütün bir manevi değerler düzleminin belirleyicisidir bence. Aynı şekilde, maddi şartların oluşturulmasının da manevi değerlerden kopuk bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorum. “Bir toplumun maddi araçlarının ve manevi değerlerinin toplamı o toplumun kültürünü ya da uygarlığını oluşturur.” (KONGAR, 1993; 65). Dolayısıyla, iki farklı toplumun etkileşimi yalnız maddi değerlerin alışverişi ile olamaz. Nitekim, konu bu olduğunda sürekli gösterilen Japonya örneği de fiyasko ile sonuçlanmıştır; Japonlar’ın günlük yaşamı artık kısmen Batı standardındadır. Yeri gelmişken Kongar’dan bir alıntı daha yapmak uygun olur sanırım:

“Gökalp’in batı uygarlığının bilimini, tekniğini, aklını alıp, öteki hars alanlarını ulusal kültürün özgün ögeleriyle doldurma önerisi olanaklı değildir. Olanaklı olan, tüm yaşam alanlarında etkileşimin gerçekleştirilmesi ve böylece yeni bireşimlere varılmasıdır. Nitekim, tam bir taklitçilikle alınan karayolu taşımacılığı bugün Türkiye’yi ekonomik yok oluşun eşiğine getiren en önemli ögelerden biridir. Oysa, ülkemizin üç-bir tarafının denizlerle çevrili olduğu bilinerek, özgün bir bireşim yaratılması çok daha ‘akla’, ‘bilime’ ve ‘tekniğe’ uygun olurdu.” (KONGAR, 1993; 66)
[1] İnkılap: 1. Bir durumdan başka bir duruma geçiş, evrim, devrim, dönüşüm. 2. Toplum düzenini daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme, reform, ıslahat. (PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)

[2] İhtilal: 1. Bir devletin siyasi ve iktisadi yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına ve kanunlara uymaksızın zor ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. 2. Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık. 3. Köklü değişim. (PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)
[3] Patoloji: Hastalıklar bilimi ((PARLATIR, Prof. Dr. İsmail; ZÜLFİKAR, Prof. Dr. Hamza; GÖZAYDIN, Prof. Dr. Nevzat. 1997. Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları)

[4]OLGUN, İbrahim. 1976. Sosyoloji Konferansları 14.Kitap “Türkiye’deki Oluşumlar İçinde Ziya Gökalp”, s.11, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
[5] OLGUN, İbrahim. 1976. Sosyoloji Konferansları 14. Kitap “Türkiye’deki Oluşumlar İçinde Ziya Gökalp”, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
[6] SARIBAY, Ali Yaşar. 1976. Sosyoloji Konferansları 14. Kitap “Ziya Gökalp ve Türk Devrimi”, İstanbul Üniversitesi Yayınları.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

HAYEK VE LİBERALİZM

Mart 24, 2008 at 12:08 pm (SOSYOLOJİ)

GİRİŞ

HAYEK ve LİBERALİZM
1 – Hayek’in Hayatı ve Eserleri

a) Hayek’in Hayatı
b) Hayek’in Başlıca Eserleri

2 – Toplumun İşleyişine İlişkin Anlayışı

a) Kurumların Demokratik Temeli

b) Bireysel Özgürlüğün Önemi

c) Özgür Bir Toplumun Hukuki Çerçevesi

d) Hayek’in Merkeziyet ve Adem-i Merkeziyet Görüşü

3 – Hayek’in Muhafazakarlık Görüşü

4 – Sosyal Adaletin Eleştirisi

5 – Hayek’e Göre Liberal Bir Düzenin Kurumları

a) Piyasa Yapısı

b) Geleneksel Tam Rekabet Modeli ve Hayek’in Eleştirileri

c) Hayek’in Para ve Enflasyon Üzerine Düşünceleri

6 – Hayek’in Sosyalizm Eleştirisi

a) Hayek’e Göre Planlama

b) Hayek’in Sosyalizm Eleştirisinin Tesiri

7 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Kurumları

8 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Anayasası

9 – Sosyal Bilimler ve Yönetim Bilimlerinin Anlamı

GİRİŞ

Bütün bilim adamlarını, filozofları, eleştirmenleri, mucitleri hasılı insanlar için bir şeyler yapma sevdasında olanları anlayabilmek için öncelikle onların hangi ortamda ve hangi şartlarda yaşadıklarına bakmak gerekmektedir. Böyle bir yol ve gidişat izlersek inceldiğiniz veya anlamaya çalıştığımız kişiyi tanımada kolaylık sağlamış oluruz.

Friedrich August Von Hayek’i de bu çerçevede incelemeye çalıştığımızda onun yaşadığı dönemde ikinci dünya savaşı ve öncesi fikri tartışmaların sosyalizm ağırlıklı olduğunu görürüz. Dönemim konsensüsü, iktisadi planlama, iktisadi büyüme için hedefler koyma, tam istihdam politikası, devletin kapsamları refah hizmetleri ve gelirin yeniden dağıtımından yanaydı. Oysa ki Hayek bu konsensüse hiç katılmamaktaydı.

Hayek’in The Road to Serfdom adlı kitabında ortaya koyduğu fikirler bir çok fikir ve eylem adamının görüşlerinde önemli ve gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir.

Bir yandan yukarıda belirtilen konsensüsün olumsuz ve tahripkar etkileri kendini gösterirken, Hayek, özgür toplumun ilkelerini açıkladığı The Constitution of Liberty ile özgür toplumdan yana olanlara güçlü bir silah sunmuş ardından Law Legislation and Liberty de, liberal sosyal düzenin hassas yapısını güçlendirmek için gereken hukuki ve anayasal çerçeveyi ortaya koymuştur.

Hayek bütün büyük sosyal hareketlere politikacılar tarafından değil, düşünce adamlarınca önderlik edildiği görüşüne sahiptir. Öyle ki dünya politikasının önde gelen bir çok şahsiyeti onun çalışmalarını yalnız okumakla kalmamış onlardan etkilenmişlerdir de.

Hayek, özellikle liberalizmin yeniden yorumlanmasından ve liberalizmin Avusturya ekolünün başı olmasından tanınır. O sadece ekonomik teori ve politikaları konusunda değil, çok çeşitli konularda faaliyet gösterdi. Bunların arasında yöntem bilim, felsefe, psikoloji ve tarihi sayabiliriz.

HAYEK ve LİBERALİZM

——————————————————————————–

1 – Hayek’in Hayatı ve Eserleri

a) Hayek’in Hayatı

Hayek, 8 Mayıs 1899’da Viyanada doğdu. Tabi bilimler alanında kökü geleneği olan bir aileye mensuptu. Büyükbalarından biri zoolog, diğeri de istatistikçi olup Avusturya İstatistik Komisyonu Başkanı idi. Babası da tıp doktoru olan Hayek’in kardeşlerinden biri Viyana’da anatomi profesörü, diğeri bir başka yerde kimya profesörü idi. Kendisinin tabi bilimler sahasından ayrı kalmasına rağmen aile geleneği devam etti. Kızı biyolog oğlu bakteriyolog oldu.( 1)

Hayek, şüphesiz entellektüel çevresinin büyük yararını görmüştür. Daha ekonomi kelimesinin anlamını öğrenmeden babasının arkadaşı Eugen Von Böhm Baverk gibi büyük iktisatçıları tanımıştı. Bu sıfatla Viyana Üniversitesine girmesi yine hukuk (1921) ve siyasal bilim (1923) alanlarında iki doktora payesi alması gayet normaldi.

Hayek John Maynard Keynes ile ilk defa 1928’de Londra’da tanışmıştır. 1950 ye kadar kaldığı Londra Üniversitesi’ne İstatistik ve İktisat Profesörü olarak atandı. İngiltere’de gördüğü itibar onu o kadar etkiledi ki, Alman kuvvetlerinin doğduğu ülke olan Avusturya’yı işgalinden hemen bir kaç hafta önce, 1938’de Britanya tabiiyetine geçti. Hayek’in Keynes ile arkadaşlığı savaş yılları boyunca sürdü. Hayek in pür İktisat teorisi üzene incelemeleri 1941 deki The Pure Theory, of Capital gibi çalışmalarla devam etti. Toplumun yanlış anlaşılmasına dayanan ve tatbik kaabiliyeti olmayan sosyalist ütopyacı ideallerin o zamanki Britanya’da güç kazanmakta oluşundan etkilendiği için 1942’de Road The Serfdom’u yazdı.(2 )

En verimli çağının ozuzbir yılını İngilizce konuşulan bir dünyada geçiren Hayek, 1962’de Freiburg Üniversitesi’nde iktisadi politika profesörü olarak görev aldı. 1967’de emekli olunca kendisine, anavatanı Avusturya’da Salzburg Üniversitesi’nin fahri Profesörlüğü ve o güne kadar felsefe, ekonomi ve siyasal bilim alanlarında yaptığı çalışmalardan dolayı dünyanın her yanından gelen diğer ünvanlar tevdi edildi. Kazandığı şöhret ona 1964 de Tokyo Rikkyo Üniversitesinden fahri doktora payesi getirdi. Arkasından 1971’de Viyana Üniversitesi onu senatör yaptı. 1971’de İsveç’li iktisatçı Gunnar ile ortaklaşa Nobel İktisat Ödülünü kazandı.

Nobel ödülünü aldığı zaman, iktisat teorisi, siyaset ve hukuk felsefesi, düşünce tarihi ve hatta psikoloji alanlarında 25 kitap yazmış bulunuyordu. 10 kitapçık ve 130’dan fazla makale sahibiydi. Nobel ödülünden sonra da dünyanın dört bir yanında verdiği çok sayıda derslerin basılmış versiyonları dahil daha bir çok yayını çıktı.

b) Hayek’in Başlıca Eserleri

— Prices and Production, 1931.

— Monetary Theory and The Trade Cycle, 1933.

— Profits, İnsert and İnverstmen, and Other Essays on The Theory of İndustrial Fluctuation, 1939.

— The Pure Theory, of Capital, 1941.

— Low Legislation and Liberty, I-II-III.

— The Road to Serfdom, 1944.

— The Sensory Order, An İnguiry İnto The Foundations of Theoretical Psychology, 1976.

— The Constitution of Liberty, 1960.

— The Counter–Revolution of Science, 1952.

— İndividualism and Economic Order, 1948.

— The Counter Revelution of Science, 1952.

— Studies, in Philosophy, Politics and Economics and the History of İdeas, 1978.

— The Fatal Conceit,

— New Studies in Philosophy, Politics, Economic and The History of İdeas, 1978.

— Capitalism and the Historians, 1954.

— Choice in Currency, 1976.

— Collectivist Economic Planning, 1976.

— Confusion of Language in Political Thought.

— The Denationalization of Money, 1978.

— Economic Freedom and Representative Government,

— Full Employment at Any Price, 1975.

— Monetary Nationalism and İnternational Stability, 1964.

— The Reactionary Character of the Socialist Conseption, 1978.

— Unemployment and Monetary Policy, 1979.

Hayek’i tanıyan herkes, onun esas ilgilendiği hususun siyaset ve akademik hayatın şiddetli kavgaları değil, fikirleri olduğunu kabul etmektedirler. Hayek gerek yazıları gerek şahsiyeti itibariyle uslubu fevkalade olarak değerlendirilebilir. Binaenaleyh muhaliflerine entelektüel hataların ötesinde hemen hemen hiç bir şey izafe etmemiştir.(3)

2 – Toplumun İşleyişine İlişkin Anlayışı

Hayek sosyal hayatın ve ekonominin kurumlarının insan dizaynı ve planlamasının mahsulü değil, aslında insan eyleminin mahsulü olduğunu ileri sürer. Toplumu şekillendiren kurumlar, insan dizaynı ve planlama ürünü olmanın aksine; insanlar yüz yüze gelip mübadelede bulunurken, tamamen kendiliğinden ortaya çıkar.

Hayek yazılarında, toplumsal kurumların işleyiş tarzı konusunda, yaygın ama yanlış olan bir görüşe işaret etmektedir. Basitçe ifade edilecek olursa, bu, toplum ve uygarlık müesseselerini (yasalar, ahlaki kurallar ve toplumsal kurumlar gibi) insanoğlu kendisi yarattığına göre, bunları arzu ve isteklerini karşılayacak surette, dilediği gibi değiştirebilmesi gerektiği fikridir.

(Çoğu) sosyal kurallar, ahlak kodları, gelenekler ve yasalar aynen bu şekilde, çok geniş bir makul davranışlar kümesine dokunmadan, belli bir fiilleri yasaklayarak işler. Ortak maksatlara gelince, patika örneğinde görüldüğü gibi, faydalı bir neticenin ortaya çıkması için ortak maksatların varlığına gerek yoktur.(4)

Problem bireysel kurallar ve ortaya çıkan genel düzen arasındaki ilişkinin, hangi kurallar dizisinin işleyip hangilerinin işlemeyeceğini önceden söyleyemeyeceğimiz ölçüde karmaşık ve içinden çıkılamaz mahiyette olmasıdır.

Kendi tercihimiz olan kurallara göre işleyen toplumsal organizasyonları inşa etmemiz tabii ki mümkündür ama bunlar, alan ve ölçek bakımından zaruri olarak sınırlı olmak durumundadırlar.

Hangi yeni düşünceler ve düzenlemelerin gelecekte yürüyeceğini önceden bilecek kadar zeki değilizdir.

Hiç bir akıl kendisinden daha kompleks bir şeyi açıklayıp kontrol edemeyeceği için merkezi olarak yönetilen bir toplum komplekslik itibarıyle belli bir üst sınırın tehdidi altındadır.

a) Kurumların Demokratik Temeli: Hayek kurumların insanlar tarafından var edildiğini, öyleyse onların değiştirilebileceği görüşünü toplumsal hayatın ve kurumların gerçek temellerinin son derece yanlış anlaşılmasına dayandığını bu düşüncenin toplumun yeniden inşasının, bu bakımdan çok büyük hata olacağını savunur.

Toplumsal kurumlar inşa edilmiş bir görünüme sahip olmakla birlikte, önceden planlanmış veya icat edilmiş değildirler. Bir arazi boyunca bir patikanın oluşması, bireysel fiilin nasıl faydalı ama önceden düşünülüp planlanmamış neticeler doğurabileceğinin diğer bir örneğidir. Binaenaleyh bireylerin güdüleri tamamen bencil olmakla beraber, bu güdüler yine de kooperatif görünümde zuhur eden bir durumun hasıl olmasına hizmet etmektedir. Bireysel davranış ve onun meydana getirdiği sosyal kalıp arasındaki ilişki, bu nedenle hiç de basit ve yalın bir ilişki değildir.

Bu çerçevede topluma rasyonel şekilde yeniden biçim vermeye kalkışmadan önce onun işleyişini kavramak gerekir.

b) Bireysel Özgürlüğün Önemi

Hayek özgürlük kavramıyla, kişinin, başkasının keyfi idaresinin icbarına maruz kalmadığı durumu kasteder. Hayek’in amaçladığı liberal veya serbest toplum, içinde bireyleri diğerlerinin iradesine tabi kılma ve zor kullanmanın en aza indirildiği bir toplumdur.(5)

Kişi özgürlüğünün ortadan kaldırılması ve toplumun bir merkezî plana göre düzenlenmesi bazı yararlar vaat edebilir ama bunların felaket getirmesi daha muteberdir.

Özgürlüğün amacı öngörülebilir, tahmin edilebilir gelişmeler değil, yeni ve beklenmeyen gelişmelerdir. Hayek, özgürlüğün herhangi bir şekilde eksik savunulmasının, özgürlüğün asıl temellerini saldırıya maruz bırakacağına inanır.

Özgür bir toplum için gerekli olan zorlayıcı güç, halkı belli bir şekilde davrandırma gücü değil, vatandaşların kuralları ihlal etmelerini önleme ve bu türlü fiillere teşebbüsten men etme gücüdür. İnsanlar kural-rehberliğindeki davranış sırları içinde serbest olup, sadece kuralları ihlal edenler zorlamaya maruz kalır.

c) Özgür Bir Toplumun Hukuki Çerçevesi

Özgür bir toplum, iktidardakiler tarafından komuta edilmeyip, üyelerinin genel davranış kurallarını kabul etmelerine ve onların hangi fiillerin adil veya gayri adil olduğu hususundaki hakim kanaatlerine dayanır. Hayek gerçek anlamıyla yasanın, bu genel kurallar manzumesinden doğduğunu ifade eder. Zira bu anlamda yasa, hükümet idaresine matuf emirler değil, adil davranış kurallarının belirlenmesi ve keşfine dairdir.( 6)

Toplumlar gelişip emirlere daha az, genel kurallara daha çok istinat ederken, şefin veya esas otoritenin bu yargısal işlevi artacaktır. İhtilaf konuları zuhur edecek ve gittikçe daha çok yargı kararı tesisi gerekecektir. Bu tür yargı kararlarını meşrulaştırma haklı bir temele kavuşturma teşebbüsü, kuralları kelimelerle ifade teşebbüsüne yol açacaktır. Böylece eskiden kurallar bariz ve bilinir olmaktan ibaretken, şimdi, insanlar kuralların tam olarak gerçekten ne olduklarını ifade etmeye çalışmaktadır.

Yargıç kuralların ne olduğunu ortaya koymaya ve bu kurallar kifayetsiz olduğunda, onlara ilişkin düşüncelerimizi tadile çalışmak durumundadır. Yargıç tutup yeni kurallar sunamaz, çünkü bunların genel düzen için tahripkar olup olmayacağını, hiç bir şekilde söyleme imkanına sahip değildir. Hükümetin bizatihi kendisi genel kurallarla sınırlandırılmalıdır.

Özgür bir toplumu özgür olmayandan ayıran, birincisinde, her bireyin tanınmış ve geniş bir alana, hükümet otoritesinin müdahale etmediği korummuş bir sahaya (protected domain) sahip olmasıdır.(7)

d) Hayek’in Merkeziyet ve Adem-i Merkeziyet Görüşü

Hayek merkeziyet ve adem-i merkeziyetten bahsederken daha çok federe ve federal devletten bahsetmiştir. Hayek fakir bölgelerin kendi amaçları bakımından, daha zengin bölgelerin zenginliğini sızdırma hakkına sahip bulunması için ne milli nede milletlerarası düzeyde ahlaki bir zemin olmadığını söyler. “Yine de zengin bölgedeki insanların çoğu daha fakir bölgelere yardım için para tedarik etmeye istekli olduklarından değil, fakat çoğunluk bir çoğunluk olmak için, daha geniş birimin zenginliğinden pay almaktan yararlanan bölgelerin ilave oylarına ihtiyaç duyduğundan merkeziyetçilik ilerlememektedir.(8)

3 – Hayek’in Muhafazakarlık Görüşü

Hayek bize bütün geleneksel kural ve değerlerimizi terk edip toplumu sıfırdan başlayarak yeniden şekillendirme girişiminin tehlikeli olduğunu, çünkü sosyal kurumların, bizim ancak mübhem şekilde idrakinde olduğumuz ‘bilgi’ ya da ‘hikmet’ içerdiklerini hatırlatır. Hayek, kural ve değerlerimizin statik kalması gerektiği veya bunları eleştirmenin hiçbir zaman mümkün olmadığı fikrinde değildir ve bunda çok dikkatli olup, bize içinde planlanmamış, (spontane), büyümüş (grown) bir toplumun değiştiği ve değişebileceği bir mekanizma sunmaktadır.

Önemli olduğunu düşündüğümüz diğer kural ve değerlerle çatışma içindeyse, bazı kuralları bırakmak ve bazı moral değerleri feda etmek zorundayızdır. Bu bakımdan kuralları daime gözden geçiririz. Bunu, mevcut kuralların arka planına karşı da yaparız.

Hayek’in fikrine göre, insan aklının, uygarlığımızı aşmamıza ve değerlerimizi bilimsel veya objektif tarzda yargılamamıza imkan verecek güçte olduğunu ve kuralları bütünüyle dizayn ederek daha mükemmel bir uygarlık meydana getirebileceğimizi düşünmek bir yanılsamadır.

Hayek sosyalist planlamanın bir panzehiri olarak muhafazakarlığa güvenme husunda çok ihtiyatlı olup, bunu şöyle ifade etmektedir:

Muhafazakarlık, istikrarlı her toplum için gerekli bir unsur olmakla beraber, sosyal bir program değildir. Paternalistik, nasyonalistik ve iktidar-hayranı eğilimleri bakımından gerçek liberalizmden daha ziyade, sosyalizme yakındır ve gelenekselci mahiyeti, anti-entelektüel ve çoğunlukla mistik tabiatıyla muhafazakarlık, gençlere ve -eğer bu dünyada daha iyi bir yer olacaksa bazı değişikliklerin arzuya şayan olduğuna inanan diğer insanlara, kısa hayal kırıklığı dönemleri hariç, hiçbir zaman çekici gelmeyecektir.

4 – Sosyal Adaletin Eleştirisi

Hayek’in ‘sosyal adalet’ diye adlandırılan şeyin anlamını keşfetmesi, on yıldan fazla bir süre zamanını almıştır. Ancak Hayek’in eleştirdiği ateşli sosyalizm muhtemelen artık maziye ait şey olmakla beraber ona ait bir takım kavramlar, Batı’daki insanların zihinlerinde derinlemesine yer etmiştir.

En başta bir kere adalet moral bir kavramdır der Hayek ‘sosyal adalet’ için. Örneğin çok çalışan biri çok kaybedebilir veya sevimsiz karakterli olarak görülen birisi piyasının en büyük payını ele geçirebilmektedir. Böyle bir gayrı adil bir duruma isyan edebiliriz.(9)

Sosyal adalet fikri toplum konusundaki yanlış bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Toplum, kompleks fakat planlanmamış değerler ve eylemler sistemi olup, paylaşılmış değil, üzerinde uzlaşılmış amaçların bir örgüsüdür.

Cadılar ve hayaletlere herkesin inanması onların var olduğunu göstermez. İşte sosyal adalet kavramı da bu anlamda bir “cadı”dır.

Bir hemşire ile bir kasabın, kömür madencisi ile bir yüksek mahkeme hakiminin, bir dalgıç ile bir lağım temizleyicisinin, yeni bir endüstrinin kurucusu ile bir jokeyin, vergi müfettişi ile hayat kurtaran bir ilaç mucidinin, jet pilotu ile matematik profesörünün nispi ücretlerinin ne olması gerektiğini sorduğumuzda “sosyal adalete” müracaatın bu konularda karar verme hususunda bize en küçük bir yardımı olmaz.

Piyasa da kişinin ödülü / karşılığı ne gösterdiği kişisel çabalar ve hizmeti üretmek için katlandığı zahmet ve eziyetlerin; ne de kişinin moral meziyetlerinin bir fonksiyonudur. Genellikle insanlar başkalarına onların gösterebilecekleri büyük gayret ve çabadan ziyade, sahip oldukları bir takım tabi kabiliyetlerden dolayı değer bulur.

Bir insanın hizmetinin değerinin başkaları nazarında ne olduğunun onun ne kadar çaba harcamaya hazır olduğu ile bir alakası yokur. Nitekim bazı insanlar işlerini öyle severler ki onu bedava bile yapabilirler. Gerçekten bir üreticinin işinin ne kadarının onun becerisinden ne kadarını şanstan kaynaklandığını hesaplamanın muhtemelen bir yolu yoktur.

Hayek sosyal adalet kavramının menşeini sorgulamakta ve bazı endişe verici gerekçeler ortaya koymaktadır. Bunlardan biri genel piyasa düzeninde karşı temel şikayetlerden biri, piyasanın değişen şartlarının bazı insanları eski durumlarından daha kötü bir duruma bıraktığıdır. Sosyal adalet nosyonunun ikinci kaynağı, şüphesiz saf kıskançlıktır.

5 – Hayek’e Göre Liberal Bir Düzenin Kurumları

Liberalizm öncelikli olarak dini inançların söz konusu olduğu hallerde, politik faaliyette ve ekonomik hayatta bireyciliği, özgürlüğü ve toleransı benimsemiş akımları belirten genel terimdir.

Dini sorunlarda liberalizm vicdan özgürlüğünü savunmuş, bağnazlığa karşı çıkmış, kişisel inançlara saygı gösterilmesini istemiştir.

Politikada demokrasi ilkelerini desteklemiştir. İnsan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Vatandaşların kanun önünde eşit olmalarını genel oy hakkının kutsallığını savunmuştur.

Liberallerin politik doktrin akımlarındaki yerleri, statükonun sürekliliğini arzulayan muhafazakarlar ile düzen değişikliği özlemini duyan radikaller arasındadır. Liberalizm, halk içinden çıkmış, “halkla beraber olan ve halk için çalışan” anayasal iktidar düzenlerini benimsemiş bir doktrindir.

İktisadi liberalizm, dışalım serbestliğini, gümrük vergilerinin indirilmesini, serbest rekabeti savunmuş ve devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkmıştır. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” sözü iktisadi liberalizmin bir sloganıdır. İktisadi liberalizmin öncülüğünü yapmış ilk iktisatçılar, iş adamları ve politikacılar şunlardır. Adam Smith, Ricardo, Richard Cobden, John Bright ve John Struart Mill.

a) Piyasa Yapısı

Ayakkabı imalatçısı, Jones, ayakkabıya ihtiyaç duyduğunu bildiği için ayakkabı üretmez. Düzinelerce tüccar (ya da daha doğrusu bunların mal verdiği perakendeci), imalatçının tanımadığı binlerce Jones’in ayakkabı satın almak istediğini bildiği için, değişik fiyatlardan belli sayıda ayakkabı satın alacaktır. İşte imalatçı bunu bildiği için ayakkabı üretir.(10) Fiyat mekanizması Hayek’in belirttiği gibi harikulade bir şeydir.(11)

Mekanizma üzerinde anlaşmaya varılan hedefler veya çıkarılacak talimatlar gerektirmemekle, herhangi bir bilince sahip olmamakla beraber binlerce muhtelif malı en verimli kullanım terkibine yöneltir.

Piyasa sistemi, insanların ‘çok çalışmasına’ değil insanların, tüketicileri tatmin edecek doğru yer ve zamanda ve diğerlerinin arzularıyla en az çatışacak bir tarzda diğer insanların arzu ettikleri şeyleri üretmelerine dayanır.

Piyasanın verdiği ödüller, bir malın ve o malı arz eden bireyin çabalarının, diğer insanlar nazarındaki değerini yansıtır. Bu ödüller biylece diğer insanların da fayda temin edeceği ilerdeki faaliyetler için bir itici unsurdur.

Marx gibi bazı düşünürler, ürünün değerinin ona harcanan emek miktarınca belirlendiğini iddia eden, (malların üretimine hiç emek sarfetmediği ve muhtemelen böylece onlara hiçbir değer katmadığı görünen kapitalistlerin kamulaştırmasını meşrulaştırmak için kullanılan) bir ’emek-değer’ teorisini kabul etmişlerdir. Tabi ki bu Hayek’in nazarında gerçeğin tam tersidir. Fiyatlar üreticiye ürünün ne kadar emek ve beceri koymaya değer olduğunu bildirir ve bunu bir şekilde anlayamazsanız, kaçınılmaz olarak piyasanın işlevini idrak etmeniz hiç bir zaman kabil olmayacaktır.

Hayek’in piyasa karşılığının tahsisi konusunda vardığı netice şudur:

Ortak amaçlar hiyerarşisine hizmet etmeyen ama her kişinin kendi bireysel amaçlarını takipte ancak bu şekilde karşılıklı yardımlaşabilecekleri için birbirleriyle işbirliği yapan çok sayıda aktörün bulunduğu bir sistemin işleyişinden daha fazlasını istemek elbette makul olmaz.

Fiyat mekanizması da insanın farkında olmadan tesadüfen bulduktan sonra kullanmayı (tam olmasa da) öğrendiği bir çok sistemden biridir. Üreticiler ve tabi ki tüketiciler arasındaki rekabet, piyasa sürecinin bir diğer asli parçasıdır.

b) Geleneksel Tam Rekabet Modeli ve Hayek’in Eleştirileri

İktisat kitapları başlangıçta genellikle, ‘tam rekabet’ kavramını ele alır. Tam rekabetin tasavvur edilen avantajları piyasa yanlılarının argümanlarında; tasavvur edilen dezavantajları da piyasa muhaliflerinden gelir. Hayek’in fikrine göre, her ikisi de yanlış olup, rekabetin bir çok avantajı şükür ki hiç bir şekilde onun ‘tam’ olmasına dayanmaz.

Geleneksel tam rekabet modeli, ekonomik hayatın dar bir kesimi dışında mevcut olmayan temellere dayanır. Modelin temel varsayımı kesin çizgilerle tanımlanmış herhangi bir mal veya hizmetin çok sayıda üretici tarafından aynı maliyette maksimum miktarda tüketiciye sunulabildiği ve neticede onlardan hiç birinin bilinçli olarak fiyatı belirleyemediği varsayımıdır. Bu modelde fiyatını yükselten her üretici müşterisini kaybedecek fiyatını düşüren her üretici rakiplerinin mukabil hareketiyle karşılaşacaktır. Fiyatlar bu nedenle mümkün olduğu kadar düşüktür.

— Mevzubahis tüm hadiselerin tam olarak bilinebileceği (tam bilgi varsayımı) ve üretim sürecine girmede engellerin olmayışı varsayımıdır.

Hayek bu geleneksel görüşü eleştirisi bu görüşün vuku bulmasının hiç olası olmadığı noktasından ibaret olmayıp, geleneksel görüşün, statik bir durumdan çok bir faaliyet (action) olan rekabet düşüncesini tamamen saptırdığını da belirtir. Hayek’e göre her iktisadi problem – örneğin bir malı arzı veya onu yeni kullanımının keşfi gibi – bazı şeyler değiştiği için ortaya çıkmaktadır. İktisat çalışması bu sürekli değişen dünyada intibakların nasıl yapıldığının incelenmesi olup, geleneksel ders kitapları yaklaşımının yaptığı gibi bir resmi zaman içinde bir noktada dondurmak bize tam olarak hiç bir şey söylemez.

— Üreticilerin piyasalarının tam bilgisine sahip olduğu ‘tam rekabet’ varsamıyımı gerçekleşmemektedir. Kimse tam bilgiye sahip olmadığı için dir ki bilgiyi ortaya koymaya matuf bir metod -iyi- ama şüphesiz mükemmel olmaktan uzak bir metod olarak fiyat sistemine güveniriz.

Herkesin her şeyi bildiğini varsaydığımızda hiç bir şeyin çözülmeyeceği; ve asıl meselenin daha ziyade mevcut bilginin mevcut olduğu kadar çoğunun kullanılmasının nasıl sağlanabileceği meselesi olduğu ortaya çıkacaktır.(12)

— Tükektici tercihinin ‘veri’ olması mümkün değildir. Bir tüketicinin, önüne tercih konuluncaya kadar o tercihe yönelik nasıl tepki göstereceğini bilemeyiz.

Herhangi bir ürünün tamamen homojem olabileceği -yani tüketicilerin hangi arz kaynağını seçecekleri konusunda tamamen kayıtsız kaldığı- varsayımı aynı şekilde olası değildir.

— Rekabetin fonksiyonu üreticileri ayırmak, bir üreticinin diğer rakip üreticilerinden daha iyi olduğu konusunda onları kanaat sahibi kılmaktır.

— Mevcut üretim metodları ve üretim maliyetleri konusundaki tam bilgi bu nedenle anlamsız bir varsıyımdır.

c) Hayek’in Para ve Enflasyon Üzerine Düşünceleri

Enflasyon, kaynakların yanlış tahsisine sebep olur. Hayik’in ekonomideki parayı analizindeki en önemli özellik, paranın nötr olmadığı hususudur. Para arzındaki bir artış, sermaye ve işgücü istihdamında reel değişiklikler ortaya çıkarır. Enflasyon, işgücü ve sermayeyi, yukarı doğru yükselme seyrini sürdürdüğü sürece ancak ortaya çıkan istihdam alanlarına yöneltir.

Basit miktar teorisi para miktarındaki bir artışın, uzun ve kararsız bir gecikmeden sonra, genel fiyat seviyesinde eşit bir değişiklikle sebep olacağını ileri sürmektedir. Fakat Hayek’in görüşüne göre genel fiyat düzeyinden söz etmek, enflasyonun ekonomik faaliyetlere zarar verme yönünde nasıl işlediğini göz ardı etmektir. Bu genel fiyat seviyesi fikri, eleştirmenlerin, işsizliğin enflasyonun (er ya da geç) zaruri bir sonucu olmadığı varsaymalarına imkan tanır.

Veri enflasyon oranı beklentisi bir kez başlayınca ancak yeni kredide yeni bir artış sinyali (yanlış olmakla birlikte) istihdam ve yatırımı daha ileri hareket ettireceği için, enflasyon artık uyarıcı etkide bulunmaz. Hiç bir ‘orta doz’ ana kesintisiz enflasyon politikası anlamlı değildir ve tabii ki işsizliğe kesinlikle çözüm de değildir.

Hayek yükselen fiyatların, ne var ki enflasyonun nedeni değil sadece tezahürü (neticesi) olduğunu ifade eder.

Enflasyon ne kadar uzun süre devam ederse iş gücündeki yanlış tahsis de o kadar büyük olacaktır. Fakat Hayek’ e göre bu işsizlik enflasyonun kaçınılmaz neticesidir. Ve işsizliğin tohumları enflasyonun tabiatında mevcuttur. Enflasyonun uyarıcı etkisini ya yavaşça ya da çabucak ortadan kaldırmayı ve nispi olarak kısa bir süre için çok yüksek oranlı işsizliği seçebilirsiniz.

Eğer enflasyonun üstesinden gelinecekse gerekli ilk şey işlerin arz fazlası olan işlerden sıkıntının olduğu yerlere kolay hareketine izin veren işleyen bir emek piyasasıdır.

Hayek’e göre enflasyon belki de, bir tür hükümet faaliyetinin gittikçe daha çok hükümet kontrolünü zaruri kıldığı bu fasid dairede en önemli biricik faktördür. Bu nedenle artan hükümet kontrolüne doğru gidişi durdurmak isteyenler, çabalarını para politikaları üzerine yoğunlaştırmalıdırlar.

6 – Hayek’in Sosyalizm Eleştirisi

Demokratik sosyalizm, imkansız bir şeydir ve yalnız bununla da kalmaz. Bu ütopya için çabalarken o kadar farklı bir durum ortaya çıkmaktadır ki, bu gün demokratik sosyalizme taraftar olanlardan pek azı bu neticeye katlanmayı göze alacaktır.(13)

Hayek’in ikazı ılımlı bir sosyalizmin başarılabileceği ve bunun istikrarlı bir toplumun temeli yapılabileceğine inanan, demokratik sosyalist entelektüellerdedir. Bunun başarılması ve toplumun temeli yapılması mümkün değildir. Sosyalistin iktidarı sınırlanmamalı, çünkü onun için sadece netice önemlidir. Kısaca sosyalist, hukuk hakimiyeti ilkesine tamamen muhaliftir.

a) Hayek’e Göre Planlama

Bir firmanın ‘optimum ölçeği’ konusundaki karar, politikacı veya ekonomistlerce tespit edilemez. Firma, piyasadaki talebi test ederek, en etkin ölçeği sadece kendisi ortaya çıkarabilir ve kendini bu düzeye göre düzenleyebilir. Çoğu aklı başında şirket planlamacılarının stratejisi, risklerini birçok piyasaya dağıtmak ve yaymaktır. Büyük firmaların fiyatları kontrol etme güçleri bu bakımdan genellikle abartılır.

Merkez bu gün için kullanışlı ve ucuz görünen bir ürünün üretilmesi veya kullanılması konusunda karar alabilir. Ancak ürünler çok kısa bir sürede demode ve pahalı olabilir.

Hayek’e göre teknoloji bizi şümullü ekonomik planlamaya zorlamaz, ama bu teknolojiyi kontrol edecek bir merkezi otoriteye korkunç bir güç tevcih eder. Hayek bu yüzden de özellikle müteyakkız olunması gerektiğine inanır.

Planlama lehinde ileri sürülen diğer argüman şudur. Modern ekonomi bu gün o kadar karmaşıktır ki, bu yüzden kaynakların tahsisi problemine ancak merkezi planlama çözebilir.

Hayek ise durumun tamamen farklı olduğuna inanır. Toplum ve iktisadi süreç bu gün o kadar komplekstir ti herhangi bir planlamacının ya da planlamacıların kavrama kapasitelerini tamamen aşmaktadır. Fakat bu bir tek aklın alabileceğinden daha fazla enformasyonu ihtiva eden işleyen ve kullanan piyasa düzeninin aleyhinde bir durum değil; onu destekleyen bir durumdur.

Bütün bilgilerin bir tek zihne/ akla verilebileceğini düşünmek meseleden uzak olmak ve gerçek dünyada önemli olan her şeyi göz ardı etmektir.(14)

Piyasa düzeni bilinçli planlama ile tasarlanmış veya dizayn edilmiş bir şey değildir. Piyasa düzeni karşılıklı menfaatleri ölçüsünde diğerleriyle işbirliği yaparak kendi amaçlarının peşinden koşan milyonlarca bireyin kalıbı/örüntüsü mahsulüdür. Bu düzen kaynakları yönetmek için tasarlanmış olmayıp, halkın ekonomik faaliyetlerinin sorucu, onların bireysel faaliyetlerinin kalıbıdır.

Halkın faaliyetlerine rehberlik eden, mülkiyet ve sözleşme yasaları gibi genel kurallar çok karmaşık bir genel düzenin ortaya çıkmasını mümkün kılar. Bu düzen o kadar karmaşıktır ki tek başına bir aklın idrakini aşmaktadır.(15)

Hayek piyasa yapısının üretim tüketim ilişkileri ve akışının merkez tarafından planlanmasını planlamacılardan daha fazla abartmıştır. Oysa ki planlama ile ilgili işleri yürütürken merkezde bir tek kişi bu görevi üslenecek değildir. Nihai olarak planlamayı yapacak kişiler veya kurullar demokratik yollarla göreve gelmesinden dolayı yadırgayacak bir şey olmasa gerek. Bu kişiler veya kurulların isabetli karar alamayacağına gelince Hayek’in demokrasi eleştirilerinde de bahsettiği gibi çoğunluğun her zaman isabetli karar vermeyeceği iddiası ortadadır. Toplumda her zama sonsuz sınırsız bir özgürlük ortamının olması –bu özgürlük ortamının her ne kadar serbest piyasa ilkeleri gereği düzenlenmiş olsa da– toplumun çok anormal adaletsizliklere yol açmaması için koordine ve gidişatın tayin edilmemesi anlamına gelmemektedir.

Ancak Hayek’in merkezi planlamayı Marksist ekonomik düzen paralelinde eleştirmesi (ki öyledir) yani ‘merkezi planlama’ yı işletmecilik mantığından ayrı olarak düşünmesi eleştirilerinin büyük ölçüde haklı olduğunu gösterir. Ama Hayek’in de bu eleştirilerinde bile fazla ileri gittiğini söyleyebiliriz.

İnsanların planın gayesi üzerinde anlaşmaya varmaksızın sadece merkezi planlamanın lüzumu konusunda uyuşmaları durumu, tıpkı bir grup insanın nereye gitmek istedikleri hususunda bir anlaşmaya varmadan birlikte seyahate çıkmağa kalkmalarına benzer. Netice şudur: Bu insanların hepsi, içlerinden çoğunun hiç de istemediği bir seyahat yapmağa mecbur olacaktır.(16)

Merkezi planlamanın ve sosyalist ideallerin olduğu bir toplumda çökecek ilk şey, hükümetin kendisinin sınırlanması gerektiği şeklindeki klasik liberal ilkedir.

Planlamacılar hedeflerine ulaşmak için muayyen kaynakları, muayyen maksatlara tahsis etmek zorundadırlar. Planlı ekonomi, piyasa ekonomisi gibi genel kuralların işleyişine değil muayyen neticeler elde etmek kaynakların bilinçli bir şekilde tahsisine dayanır. Planlamacılar kaynakları bir sektörden ekonominin diğer sektörüne kaydırırlarken sürekli en çok kimin görüşünü kaale alınması gerektiğine, kimin önerilerinin kabul edileceğine ve kabul edilen planda istihdam ederken kimlerin uygun olduğuna karar vermek zorundadırlar.

…sınai gelişmenin hükümetçe kontrolü gibi görünürde son derece masum bir prensibin, bir baskı ve ayrım siyaseti hususunda adeta sınırsız imkanlar doğurduğu fazlasıyla ispatlanmıştır.

Bütün bu eleştiriler büyük ölçüde isabetlidir. Aslında Hayek ve dahası liberalizmin en tutarlı ve gerçekçi ilkesi olan bireysel çıkarların koordine edilmesi insan doğasının bir sonucu olan homo ekonomik insanı gerektirmesidir. Ancak bu homo ekonomik insanın dizginlenmemesi de karşımızda vahşi kapitalizmi çıkarmaktadır.

Totaliter iktisadi plan halkın seçilen hedeflere inanmasını icabettirir. Bunu sağlamanın geleneksel yolu, alternatifler konusunda mevcut enformasyonunun kontrolü olmuştur. Burada moral konu, seçilen hedefin iyi veya kötü olması değil, propagandanın gerçeğe saygıyı yavaş yavaş erozyona uğratması problemidir.

b) Hayek’in Sosyalizm Eleştirisinin Tesiri

Hayek’in The Road the Serfdom adlı eseri zamanın çoğu entelektüellerinin ütopyacı sosyal teorilerini ektisiz hale getirmek için çok şey yaptığı açık olarak görülmüştür.

Bir kısım sosyalist iktisatçının piri Lord Keynes bile kitap hakkında, kendini hemen hemen onunla hemfikir; hatta sadece hemfikir olmayıp ondan derinden etkilendiği bir fikir birliği içinde gördüğünü yazabiliyordu.

7 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Kurumları

Liberalizm toplumun temel düzeyinin tasarımlı kontrolünü ayrıntılarını önceden bilemeyeceğimiz bir kendiliğinden düzenin oluşumu için zaruri olan kurallar gibi genel kuralların tatbikiyle sınırlandırır.

Toplumların gelişmesi buna uygun şartları oluşturmamızı gerektirir. Sosyal düzenin mahiyeti daha ziyade bizim inşa edemediğimiz ama ona müsait koşulları sağlayarak gelişmesine imkan sağladığımız tabiatta mevcut diğer bir çok düzene benzer. Örneğin atomları tek tek bir araya getirerek hiç bir zaman karmaşık bir kristal elde edemeyiz ama atomların kendilerini kristal oluşturacak bir şekilde tanzim edecekleri şartları oluşturmak kolaydır.

Hükümetin görevi, bireylerin ve grupların başarılı olarak karşılıklı amaçlarını gerçekleştirebildiği bir çatı yaratmak ve bazen şu ya da bu şekilde piyasanın arz edemediği hizmetleri sunmak için gelir temini maksadıyla zorlayıcı gücünü kullanmaktır.

Hayek’e göre kamu sektörünün büyüklüğü onun meşruiyetinin ölçütü değildir. Meşruiyet, tamamen hükümetin zor kullanımının kurallarla sınırlı olup olmadığına yürürlüğe koyduğu kuralların eşit tatbike sahip olup olmaması ve sosyal düzenin pürüzsüz işleyişine yardım edip etmediğine dayanır.

8 – Hayek’e Göre Liberal Bir Devletin Anayasası

Yasa özgür insanlardan oluşan bir toplulukta ortaya çıkmaktadır. Yasa neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki genel kanaate dayanan geniş ölçüde bir mutabakatı gerektirir.

Hayek’e göre adalet kuralları kral tarafından yapılmış olmayıp yargıçlar tarafından keşfedilmiştir. Hakimin amacı özel bir sonuca ulaşmak veya toplumun kaynaklarını özel bir amaca yöneltmek değil, düzeni korumaktır.

Yasa diye adlandırılan bir çok şey bu gün, adaleti korumak için değil, idari mekanizmayı çalıştırmaya matuf olarak dizayn edilmiş, bu tipte idari yasama faaliyetidir.

Hayek yasaları seçimle gelen yöneticilerin eline bırakmak, krema kavanozunu kedinin sorumluluğuna bırakmaya benzer. Kısa süre sonra hiç bir yasa -en azından hükümetin keyfi iktidarını sınırlaması anlamında bir yasa- kalmayacağının aşikar olacağını söyler.

Hayek’in de kendini dahil ettiği liberal gelenek, çoğunluk yönetiminin bir tiranlığa sapması önlensin diye, çoğunluğun kendilerine oy verdiği iktidarlara sıkı sınırlar koyar.

Yasama kesin olarak yürütmeden ayrılmalıdır. Yoksa yürütme hiç bir zaman kendi aleyhine kendini sınırlayıcı yasa yapmayacağı açıktır.

— Hayek’in Demokrasi Eleştirisi

Demokrasi, esas itibariyle iç barışı ve bireysel özgürlüğü korumaya matuf fayda gayesi güden bir aygıt, bir usuldür. Bu bakımdan hatadan salim veya mutlak değildir.

Hayek demokrasinin gerçekten takdire şayan bir kurum olduğunu, fakat en ateşli demokratlar bile onun sınırsız genişlemesinden yana olmayacağını ifade eder. Çocuklara, diğer ülkede mukimlere, delilere ve diğer bir çok gruplara oyu yaygınlaştırma yararlı olmaktan uzaktır. Aynı şekilde, demokrasiyi genişletmenin diğer yolu olarak üzerine oy kullanılan konuların kapsamını genişletme, her zaman hayırlı olacağa benzemez.

Genellikle çoğunluk kararları bireysel kararlardan daha az akıllıca olacaktır. Çoğunluk kararları, hadiseleri daha kaba taslak nazarı dikkate almak ve neticeler hakkında daha az düşünmekle yetinir.(17)

Bir demokraside politikacının görevi uzak bir gelecekte çoğunluğun görüşü olabilecek yeni kanaatlere revaç buldurmak değil, geniş kitlenin sahip olduğu kanaatleri ortaya koymaktır.(18)

İktidarın bir şekilde sınırlandırılması esastır. O da hukuk ve yasaların olması ve yasama ve yürütmenin ayrılmasıdır. Ancak Hayek güçlerin ayrılmasını da yeterli görmemektedir. Hayek’e göre önemli olan, güçlerin (yasama-yürütme) zapt-ü rapt altına alınmasıdır. Bu açıdan en büyük felaket sınırsız hükümettir ve hiç kimse, sınırsız iktidara sahip olma ve hükmetme vasfıyla mücehhez değildir.(19)

Hukukun üstünlüğü ilkesi, hükümetin zorlayıcı gücünün genel kurallara uygunluk dışında kullanılmamasını kuralların bilinmesinin ve kesin olmasını insanlara eşit muamele edilmesini yani yasaların kişileri dikkate alarak uygulanmaması gerektiği üzerinde durur Hayek.

9 – Sosyal Bilimler ve Yönetim Bilimlerinin Anlamı

Hayek reel değerlerle izafi değerleri kıyaslar, sosyal bilimlerin tabi bilimlerle ayırıcı özelliğini açıklarken. Örneğin para fizik veya kimya terimleriyle tanımlanamaz. Gerçek şu ki, paranın genellikle basılmış kağıttan veya yuvarlak metal disklerden yapılmış olması iktisatçıyı hiç ilgilendirmez. İktisatçı sadece halkın paraya atfettiği değrle ve kendisiyle değişik yapılabilecek muhtelif mal ve hizmetlerle ilgilenir.

İktisatta veya diğer herhangi bir sosyal bilimde sanaliz etme durumunda olduğumuz hammaddeler, insan amaçlarına yollamada bulunmaksızın objektif bir tanımlaması kabil fiziki nesneler değildir. Sosyal bilimlerin hammaddeleri insanlar ve insanlara göründükleri şekliyle eşyadır. Bu nedenle, grup içindeki insanların davranışını, insanların kendi saik ve tutumlarıyla alakalandırmaksızın yapılacak herhangi bir açıklama girişimi başarısızlığa mahkumdur.

Sosyal bilimler alanında istatistiklerin yetersizliğini anlamak için fiili uygulamalara bakmak zorundayız. İstatistikler, bireyler mecmuunun vasıflarını özetler.

Hayek belli bir zaman sonra iktisat ve sosyal bilimlerde Avusturya Okulu’ içinde yer alan meslektaşlarının çizgisinden ayrılmıştır. Geleneksel Avusturya’cı düşünce hiç bir sosyal olayı tahmin etmenin mümkün olmadığı, iktisat ve diğer sosyal çalışmaların bilimselliği iddiasının bu nedenle aldatıcı olduğu şeklindedir. Ancak daha sonraki çalışmalarında Hayek, sosyal veya ekonomik hadiselerin menkul kıymetler piyasasındaki fiyat düzeyleri gibi) tahmin edilememekle beraber, hadiselerin diğer –daha genel– kalıplarının (fiyatların kontrolü durumunda mal darlığının ortaya çıkması gibi) tabii ki tahmin edilebileceğini ifade eder. Bu nedenle sosyal bilimler, teorileştirme sahaları sınırlı olmakla birlikte, gerçek bilimler olarak adlandırılabilir.

Bu açıdan hiç bir ekonomist, gelecekteki fiyatların bilimsel tahminlerini temel alıp, mal ve hizmet alım satımıyla zengin olabilmiş değildir.Hayek’e göre, sosyal bilimler bu nedenle asla spesifik hadiselerin kestirimini amaçlamış. Fakat bu bilimler, belli bir düzen veya kalıp hasıl edecek mekanizmaları açıklayıp anlamamıza yardım edebilir.

Hayek’in analizinin bütünüyle tatminkar olmadığı belirtilmelidir. Zira hayek, doğru teorileştirme ile, güven vermeyen, temelsiz spekülasyon arasındaki sınırın kesin çizgilerini vermez.

Hayek’in yaptığı, sosyal bilimcilere, topluma ilişkin bilimsel bilginin bir yerlerde bir hattı ve hududu olduğunu hatırlatmak ve onların tutturmayı umdukları tahminlerin mahiyeti hususunda mütevazı olmalarını istemektir.

SONUÇ

Sosyal ve siyasal bilimlerin görevi, bireysel düzeyde ne tür eylemlerin gerçekten pürüzsüz şekilde işleyen bir sosyal düzen ortaya çıkaracağını tespit etmektir.

Hayek’in The Road to Serfdom adlı kitabında ortaya koyduğu fikirler bir çok fikir ve eylem adamının görüşlerinde önemli ve gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir.

Bir yandan yukarıda belirtilen konsensüsün olumsuz ve tahripkar etkileri kendini gösterirken, Hayek, özgür toplumun ilkelerini açıkladığı The Constitution of Liberty ile özgür toplumdan yana olanlara güçlü bir silah sunmuş ardından Law Legislation and Liberty de, liberal sosyol düzenin hassas yapısını güçlendirmek için gereken hukuki ve anayasal çerçeveyi ortaya koymuştur.

Hayek bütün büyük sosyal hareketlere politikacılar tarafından değil, düşünce adamlarınca önderlik edildiği görüşüne sahiptir. Öyle ki dünya politikasının önde gelen bir çok şahsiyeti onun çalışmalarını yalnız okumakla kalmamış onlardan etkilenmişlerdir de.

Hayek, özellikle liberalizmin yeniden yorumlanmasından ve liberalizmin Avusturya ekolünün başı olmasından tanınır. O sadece ekonomik teori ve politikaları konusunda değil, çok çeşitli konularda faaliyet gösterdi. Bunların arasında yöntem bilim, felsefe, psikoloji ve tarihi sayabiliriz.

Hayek’in eserlerinde genellikle tabi bilimlerle sosyal bilimler mukayesesinin eğilimini görürüz. Bunu Hayek’in içinden geldiği ortamla paralel olarak düşünürsek anlayabiliriz.

Hayek’in Sosyalizme getirdiği eleştirilerle kalmamış liberalizme de değişik bakış açılarından yapıcı müdahalelerde bulunuştur. Bu açıdan Hayek’in sentezlerindeki isabet gücü artmıştır. Onun bu özelliğinde de çok farklı bilimlerle iç içe onları soluklayarak büyümesi etkendir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Akyüz, Müfit, Ertel, Nesrin; Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü, (II.Baskı) Dünya Yayınları, İstanbul, 1989.

Butler, Eamon; Hayek, Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, İstanbul, 1996.

Büyük Ekonomi Ansiklopedisi, Sabah Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1992.

Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni, (Çev. Mehmet Öz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Kurallar ve Düzen, (Çev. Atilla Yayla), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; Kanun, Yasama Faaliyetleri ve Özgürlük, Sosyal Adalet Serabı, Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.

Hayek, Friedrich A. Von; The Road to Serfdom, Routledge Paperback, London, 1994.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume I, The Mirage of Social Justice, The University of Chicaco Press, London, 1973.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume II, The Political Order of a Free People, The University of Chicaco Press, 1976.

Hayek, Friedrich A. Von; Low Legislation and Liberty, Volume III, The Political Order of a Free People, The University of Chicaco Press, 1979.

Hayek, Friedrich A. Von; The Constitution of Liberty, University of Chicago Press, Chicago, 1960.

Yayla, Atilla; “Liberalizm”, Türkiye Günlüğü, İstanbul 1996.

(1) Butler, Eamon; Hayek, Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, İstanbul, 1996, sh. 2.

(2) Age. sh. 5.

(3) Butler; Age, sh. 2.

(4) Butler, sh. 22.

(5) Hayek’in özgürlüğü tanımı ve savunması hususunda bkz. özellikle The Constitution of Liberty, I. böl.

(6) Butler; Age, sh. 35.

(7) Hayek, The Contitution of Liberty, (Zikr. Eamonn Butler ) sh. 139-140. University of Chicago Press, 1960, sh. 81. Hayek aynı konuyu Rules and Order, sh. 106-110 da daha veciz ama daha müşahhas şekilde (procted domain) olarak kullanmaktadır.

(8) Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni, (Çev. Mehmet Öz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993, sh. 198-200.

(9) Hayek, Friedrich A. Von; Kanun, Yasama Faaliyetleri ve Özgürlük, Sosyal Adalet Serabı, Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.sh. 115-119

(10) Butler; Age, sh. 57.

(11) Hayek, İndivudualism and Economic Order, sh. 87, (Zikr. Butler; Age, sh. 2.)

(12) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948. sh. 95, Zkr. Butler; Age, sh. 65.

(14) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948., sh. 83. 1944, sh.23, (Zikr. Butler; Age, sh. 90.)

(15) Hayek, İndividualism and Economic Order, 1948., sh. 83. 1944, sh.23, (Zikr. Butler; Age, sh. 91.)

(16) Hayek, The Road to Serfdorm, 1944. sh. 46. 1944, (Zikr. Butler; Age, sh. 95.)

(17) Hayek tarafında demokrasinin en ayrıntılı ele alınışı The Constitution of Liberty nin 7. bölümünde bulunabilir.)

(18) Hayek,The Contitution of Liberty, sh. 112. 1944, (Zikr. Butler; Age, sh. 163..)

(19) Hayek, Friedrich A. Von; Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Kurallar ve Düzen, (Çev. Atilla Yayla), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993.sh. 207.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

İNSAN HAKLARI

Mart 24, 2008 at 12:06 pm (SOSYOLOJİ)

İNSAN HAKLARI

Nereye baksanız veya hangi konuya el atsanız bir yanından insan ile ilgili bir boyut ortaya çıkıyor ve insanın gündeme gelmesiyle beraber de insan hakları kavramı önem kazanıyor.
İnsan hakları kavramının temelinde insan olgusu yatmaktadır. İnsan bir canlı olarak vardır, doğar, yaşar ve ölür. Tüm canlıların geçtiği aşamalardan doğal olarak insan da geçer. İnsan haklarının temelinde yatan insan kavramı yalnızca biyolojik anlamda insan değildir. Akıl taşıyan, düşünen ve aynı zamanda psikolojik varlık olarak insanın, sadece insan olması nedeniyle, doğuştan bazı haklarının varolduğu savı, insan hakları düşüncesinin başlangıcı olmuştur. İnsan, doğanın olduğu kadar toplumsal yaşamın da ürünüdür. İnsanların tek tek biraraya gelmesi nasıl ki toplumları yarattıysa, günümüz anlamında insanı da bu toplumlar ortaya çıkarmışlardır. İnsanın hem doğadan gelen bir yanı, hem de toplumdan gelen bir yanı bulunmaktadır. İnsan genelde bu iki kaynaktan gelen boyutları ile anlam ve kişilik kazanmaktadır. İnsanı, insan yapan doğa ve toplum kaynakları, insan haklarının genel boyutlarının belirlenmesinde de en önemli göstergelerdir.
İnsan üzerine her bilim dalı tarafından değişik tanımlar geliştirilmiştir. İnsan için getirilen her tanımın değişik yanları gerçekliğe uygun ve doğrudur. Ne var ki, hiçbir tanım yeterli bir açıklama getirememiş ve insan olgusunu bütün boyutlarıyla ortaya koyamamıştır.
İnsan kavramının günümüzdeki içeriğine kavuşmasında, insanın doğuştan gelen bazı haklarını araması, ve bunları zaman içerisinde toplumsal gerçeklik içinde kazanmasının önemli işlevleri bulunmaktadır. Her dönemin değişen koşullarında, insan kendi kişiliğini bulmaya ve beğendiğini toplumsal gerçeklik içinde kanıtlamaya çaba göstermiştir. Toplumların olduğu kadar, dönemlerin de koşulları birbirlerinden farklı olmuş ve bunlar insan kavramı ile insan hakları anlayışlarına belirli etkiler yapmışlardır.
İnsan haklarının düşünsel temelleri, çok eski dönemlere kadar uzanır. Dörtyüzyıl önce başlayan insan hakları anlayışı, günümüzde de sürmektedir. Bu arayış her zaman daha iyiye, daha gelişmişe ve daha yeniye doğrudur. Nitekim çağımızda artık uluslararası bildiriler ile belirlenen insan haklarına sürekli olarak yeni haklar çağdaş belgelerle ve sözleşmelerle eklenmektedir. İnsan gibi yaşama isteği ile başlayan bu savaş giderek insan hakları üzerinde bireyler arası ve uluslararası etkin bir kamuoyu yaratılmasını sağlamıştır. Bu da kamuoyunun giderek bilinçlenmesine ve insan hakları sorununu sürekli olarak gündemde tutulmasına neden olmuştur. Dünya ülkelerinde evrensel insan hakları; kamuoyu, baskı ve teröre yönelen ülkelerdeki siyasal rejimleri fazlasıyla etkilemiş ve uygar ülkelerin önde gelen kuruluşları ile toplum kesimleri, sürekli olarak geri kalmış ülkelerdeki baskı ve terör rejimlerini denetleyerek, onların insan haklarını çiğnemelerine izin vermemiştirler.
Ekonomik gelişimlerin yeni aşamaya ulaşması ve özellikle ekonomide görülen tekelleşme eğilimleri de insan haklarını olumsuz yönde etkilemiştir. Ekonomik çıkarlar doğrultusunda işbaşına gelen iktidar ve yöneticilerin, insan haklarını umursamaz tutumları karşısında, baskı ve terör altında ezilen dünya halkları, insan hakları kavgasını giderek artan bir bilinçle yürütmüşlerdir.
Herkesin daha iyi, gelişmiş ve refah içinde bir dünya düzeni kurulmasını istediği günümüzde, artık insan haklarının bugün varmış olduğu düzeyden geri dönülmesini beklemek boş bir düştür. Ne var ki, insan hakları ve özgürlüklerine dayalı dünya nimetlerinin ve ulusal gelirlerin dengeli dağıldığı, adil ve korkusuz bir dünyanın gerçekleşmesinde, ülkeleri ve halkları yönetenler birleşmedikçe insanların hakları konusunda kendilerini güvence altında görebilmeleri son derece zor görünmektedir. İnsanlığı, kitleler halinde ezmeye ve yok etmeye yönelik silahlanma yarışı sürdükçe, insanlık ne yoksulluktan, ne de bu gibi tehlikelerden kurtulamayacak ve insan hakları, hiçbir zaman güvence altında olmayacaktır.
Her ülkenin halkı, özgür ve bağımsız biçimde, dünya kamuoyu önünde ağırlığını koymadıkça; insan haklarının çağdaş anlamda bir düzene kavuşabilmesi ve güvenceli bir düzene geçebilmesi biraz zor görünmektedir. Büyük ülkelerin ekonomik ve siyasal üstünlükleri, teknolojik devrimin yarattığı olanaklar ve üstün silah gücü insan haklarının başlıca düşmanları olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Zamanla ortaya çıkan haklar, belirli bir süreç içinde uluslararası bildiriler ve sözleşmelerle hukuksal bir nitelik kazanmış ve evrensel düzeyde geçerliliğe sahip olabilmiştir. Uluslararası bildiri ve sözleşmelerin yarattığı dayanışma, güvence konusunda yeni bir aşama sağlamış ve demokratik ülkeler, bu alanda kararlı bir örgütlenmeye giderek, insan haklarının çiğnenmesine karşı evrensel bir tavır geliştirebilmişlerdir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

IRKÇILIK NEDİR?

Mart 24, 2008 at 12:01 pm (SOSYOLOJİ)

IRKÇILIK

Irk nedir?
İnsanlar deri ve saç rengi,boy uzunluğu, vücut biçimi gibi fiziksel özelliklerine ve ge-
netik olarak incelenebilen kan grubu gibi biyolojik öğelere göre belli gruplara ya da ırklara ayrılır.Günümüzde biyologlar fiziksel farklılıklardan çok ırklar arasındaki genetik farklılıkların incelenmesiyle ilgilenirler.Irk incelemeleri biyoloji biliminin yeni bir dalı olan nüfus genetiği alanına girer.
Irklara ilişkin ilk sınıflandırmalardan birini,Alman anatomi ve fizyoloji bilgini Johann Friedrich Blumenbach (1752-1840) yaptı.Kafatası ölçümlerine dayanarak insan türünü beş gruba ayırdı: Kafkasyalı(beyaz ırk) , Moğol, Etiyopyalı,Amerika Yerlisi ve Malayalı.Daha sonra bütün canlıları sınıflandıran İsveçli biyolog Carolus Linnaeus (1707-78) deri rengine göre ayırt ettiği dört değişik ırk tanımladı.Onu izleyen biyologlar da fiziksel özellikleri temel alan ırk grupları üstünde çalıştılar.Ne var ki,bu tür sınıflandırmaların bilimsel ve kesin olmadığı daha sonra anlaşıldı.

Irksal Farklılıkların Kökeni
Bilim adamları ilk insanların 350-500 milyon yıl önce Afrika’da yaşadığı , buna kar- şılık ırksal farklılıkların ancak 100 bin yıl önce ortaya çıktığı konusunda birleşiyorlar.Böylece insanların aynı kökten türediği ,önce Eskidünya’ya ardından da Yenidünya’ya yayıldığı öne sürülmektedir.Asıl yurtlarından uzaklara göç edince insanlar arasında farklılaşmalar doğdu.Değişik fiziksel özellikleri olan halklar ya da ırklar oluştu.

Irkçılık
Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde farklılıklar yarattığını ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan görüş ya da ön yargıdır.Bu görüşler insanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı,esmer ve kızıl olarak ayıran sınıflandırma- ları temel almıştır.
Fransız etnoloji uzmanı Joseph-Arthur Gobineau (1816-82)ve sonradan Alman uyru- ğuna geçen İngiliz siyaset bilimcisi H.S. Chamberlain (1855-1927) ırklar arasında bir sınıflandırma yaparak ,bunu beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlayacak bir kurama dönüştürmek istediler.”Ari ırk” kavramını ortaya atarak , bu ırkın insanlığın gerçekleştirdiği tüm uygarlık- ların tek yaratıcısı olduğunu savundular.Bu tezler Batı Avrupa’da ırkçılığın körüklenmesine yol açtı.Bugün artık önemini yitirmiş olan bu savlar arasında beyaz ırkın ,başka ırklarla karışmadığı sürece gelişeceği de vardı.
Bu türden değerlendirmelere dayanan ırkçılara göre ,beyaz ırktan olmayan insanlar geri zekalı ,yeteneksiz ve ahlaksızdır.Irkçılar kendilerinden aşağı gördükleri insanlara karşı ayrımcılık uygular, onlara hak ve fırsat eşitliği tanımazlar.

Irklar Konusunda Önyargılı Görüşler
Irklar konusunda en yaygın önyargılardan biri “saf” ırkların olduğu ve bunların aşağı ya da saf olmadığı düşünülen ırktan insanlarla karışması durumunda zayıflayacağı ve yok olacağı düşüncesidir.Nazi Almanya’sında Ari ırkın üstünlüğüne ve saflığına, bütün Almanlar’ın da bu ırktan olduklarına inanıldı. Naziler ,Almanların Yahudiler ve Çingeneler’ le evlenmeleri durumunda kendi ırklarının bozulacağını öne sürdü.Bu anlayış bütünüyle bilim dışıdır.İlk olarak, Yahudiler ve Çingeneler ırk değildir.İkincisi, hiçbir ırk öbürlerinden daha iyi ya da daha saf olarak tanımlanamaz. Bütün ırklar birbiriyle karışmıştır ve yavaş yavaş değişmektedir.Bu değişim bir yanda çevresel etkenlerden öte yandan genlerde birdenbire ortaya çıkan değişikliklerden(mutasyon) ileri gelir.Saf ve üstün ırk olmadığına göre ,farklı ırk gruplarının birbirleriyle karışmasının bozucu bir etkisi de yoktur.
Bir ırk grubunun bütün üyelerinin birbirine benzediği ,aynı zihinsel oluşumu paylaştığı ve bir ırkın üyelerinden daha zeki olduğu gerçek değildir.Örneğin ,bazı kimseler Avrupalılar’ın teknolojik gelişmesini Afrikalılar’ın görece geri teknolojileriyle karşılaştırarak Avrupalılar’ın genetik olarak Afrikalılar’ dan üstün olduğunu ileri sürmüştür.Bu yanlış bir varsayım ya da önyargıdır.Aralarındaki temel ekonomik farklılıklar,Avrupalılar’ın yüzyıllarca Afrika’yı sömürmesi sürecinde yaratılmıştıar.Herhangi bir ırkın bir başkasına göre zeka üstünlüğünü gösteren hiçbir genetik bulguda yoktur.
Irk olarak tanımlanan bazı grupların ırk sayılamayacaklarını belirtmek gerekir. Ör- neğin ,Yahudiler bir ırk değil,dinsel bir topluluktur.Almanlar da ırk değil bir ulustur.Naziler’ce Alman halkının ırkı olarak yüceltilen Ari ırk da özünde bir dil grubudur.

Irkçılığın Gelişimi
Avrupalılar kendileri gibi beyaz olmayan insanlarla ilk kez keşifler sırasında karşı karşıya geldiler.Beyaz ırkın üstünlüğü düşüncesi sömürge savaşları ve köle ticaretine paralel olarak gelişti ve zamanımıza kadar geldi.Irk ayrımcılığı nedeniyle ,bazı ülkelerde bir arada yaşayan değişik ırktan insanlar arasındaki düşmanlıklar kıyımlara yol açtı.
ABD’de ,Afrika’dan getirttikleri köleleri kırbaçla ,boğaz tokluğuna çalıştıran güneyli çiftçiler ,acımasız davranışlarını haklı göstermek için köleliğin aşağı ırktan olan Siyahlar için doğal olduğunu ileri sürdüler. Köleliğin 1865’te kaldırılmasıyla ırkçılık sona ermedi.Özellikle güneyde okullarda ,otobüslerde ,lokantalarda ,hapishanelerde Siyahlar’a karşı ayrımcılık uygulandı.Siyahlar sosyal hizmetlerden beyazlar ölçüsünde yararlandırılmadı.Bunun sonucu olarak yoksulluk yaygınlaştı ve Siyahlar arasında suç oranı arttı.Ayrıca ırkçı önyargılardan dolayı çoğu zaman Siyahlar işlemedikleri suçlardan bile sorumlu tutuldu.Oy hakkı kazanmalarının üzerinden 100 yıl geçmesine karşın ,Siyahlar bugün hala ekonomik ,kültürel ve siyasal açıdan beyaz ABD’lilerden daha geri konumdadır.
Almanya’da Adolf, Hitler’in öncülüğünde 1993’te yönetime geçen Naziler , H.S
Chamberlain’in Ari ırk kuramına sahip çıktılar.En katışıksız Ari topluluğunun Germenler,yani
safkan Almanlar olduğunu öne sürerek,Almanya’nın içinde bulunduğu bunalımdan kurtulabilmesi için Ari olmayan Yahudiler’ den ,Çingeneler’den ve öteki yabancı ırklardan arındırılması gerektiğini savundular.Bunun için ,Almanya’da ve II. Dünya Savaşı sırasında işgal edilen topraklarda toplama kampları kurdular.Açlıkla yüz yüze bıraktıkları tutuklulara işkence ve şiddet uyguladılar.Yaşlı genç demeden milyonlarcasını gaz odalarında ölüme gönderdiler.

Günümüzde Irkçılık
Bugün Güney Afrika’da ekonomik ve siyasal gücü elinde tutan küçük bir beyaz azın- lık Siyahlar’a ve öbür azınlıklara karşı şiddetli bir ayrımcılık uyguluyor.
Son yıllarda İngiltere’ye Batı Hint Adaları’ndan,Hindistan dan ve Pakistan’dan gelen göçmen sayısındaki artış bu ülkede de ırkçı davranışların artmasına yol açtı.Almanya Federal Cumhuriyeti’nde ise Neo-Naziler özellikle Türk göçmen işçilere karşı şiddet uygulamaktan geri kalmıyorlar.Aynı ülkede yaşayan değişik ırklardan insanların yaşama biçimlerinin ve kültürünün o ülkeye zenginlik getireceği ve hoş bir değişiklik yaratacağı düşüncesi henüz gerçek olmaktan çok uzaktır.Sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla ortaya çıkan ırklar arası eşitsizlikler,bu imparatorlukların ortadan kalkmasıyla yeryüzünden silinmesi. Ne var ki,20. yüzyılın son çeyreğinde ırkçı düşünce ve uygulamalar daha çok tepki çekiyor ve yasal düzenlemelerle önü alınmaya çalışılıyor.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

ACAİP ÖLME ŞEKİLLERİ

Mart 24, 2008 at 11:21 am (İLGİNÇ YAZILAR)

TÜRKLERE ÖZGÜ ÖLME ŞEKİLLERİ-Bir işçinin 600 tonluk press makinasının arasından emeklemek süretiyle geçerek uçundaki 2450 santigratlik fırında sigarasını yakmaya çalışması-Kurtarmaya gelen ambulansın süratınıza parketmesi-Traş olurken berberin “rahatlatır” güdümlü boynu aniden sağa sola çevirme hareketi sonucu boynun kırılması-Kafasında mermer kırdırmaya çalışan medyatik karatecilerin travma sonucu ölümü-Kurban bayramında kaçan koçların boynuzları dötünüze başınıza sokması sonucu ölüm
-Mideye kaçan sineği öldürmek için ağza sheltox sıkmak suretiyle ölüm-Bir arabaya 11 kişi binip viyadüğe uçmak -olmuştu İstanbul’da–Katta olmayan asansore binme teşebbüsü-Balkona 50 kişi çıkılması sonucu balkonun çökmesiyle oluşan toplu ölüm.-Ormanda zehirli mantarları ailece yiyerek anaa ne güzel diyip akşama evde ölü bulunan türk ailesi-Yatağındaki tahtakurusu veya bilimum haşeratı öldürmek için yatağı ilaçladıktan biraz sonra uykuya dalarak göçmek-Elektrik direğine yaslanıp ayakkabısına kaçan taşı çıkartmak için ayağını silkelerken elektrik çarptığını sanan yardımsever bir laz tarafından kafasına kürek, kalas vb vurularak ölmek-Denizcilik işletmesinin gaziantep tankerinde geçen bir olay: geminin üçüncü mühendisi kontrol için geminin buhar kazanına girer (kimseye haber vermemistir). Daha sonra işgüzarın biri “niye bu kazankapağı açık” der ve kapağı kapatır akabinde gemi sefere çıkar.-Yolda mutlu mesut yürürken kafaya balkon düşmesi-İskence sonucu intihara meyil gösterip ayakkabı bağcığı ile kendini asarak ölmek-Para çekmek amacıyla girilen bankamatik gişesinde elektrik çarpması sonucu ölüm-Trafik kazasından yaralı olarak kurtarılıp, hastaneye kaldırılırken ambulansın kaza yapması sonucu ölüm-Bir marangozhanede çalışan işçiler iş çıkışı üzerlerindeki talaşları kompresör ile temizlemektedirler. Bu arada arkadaşına yardımcı olan işçi A şaka olsun diye, B’nin neticesine doğru hava tutar. Buna içerleyen B “öyle şaka olmaz böyle olur” diyerek hava tabancasını alır ve A’nın makatına sokar. Bağırsakları patlayan A hastane yolunda hakkınrahmetine kavuşur.-Balkondan aşağı işerken* çişin elektrik tellerine gelmesi ve eletrik çarpması sonucu ölüm.-Nüfus sayımı nedeniyle bom boş olan otoyolda bir sayım görevlisinin bariyerlere girmesi sonucu ölümü.-Aynı işyerinde biri gündüz bir gece vardiyasında olmak üzere çalışmakta olan baba oğuldan; biri mobylette motor ile işe gitmekte diğeri ise bir başka mobylette ile eve dönmekte iken, yol üzerindeki sert bir virajda karşılaşmaları ve birbirlerine selam vermek isterken çarpışıp beraberce ölmeleri*.-Kafalar güzel bir şekilde tem otoyolunda seyreden bir araçdaki* beş kişinin; süper fm’de çalmaya başlayan oynak bir şarkı sonrası aracı sağa çekmesi ve tem’de göbek atmaya başlaması sonucu ölüm. Daha da ilginci bu 5 kişiden 3’ünün ölümü ve üçüne de ayrı ayrı araçların çarpmış olması-Kahvede arkadaşlarla okey oynarken üzerine inek düşmesi.-Eskiden anlatılan bir lunapark vakası: parkın 2 kafadar gece bekçisi, şu uçan sandelye midir nedir iste onu çalıştırıp bi guzel kurulmuslar… Bekçilerin ikisi de bütün gece kusarak hakkın rahmetine kavuşmuşlar.

KADINLAR OLMAZSA BUNLAR OLMAZDIKadınlar olmasaydı, bugün gündelik yaşamımızı kolaylaştıran ve uygarlığa yön veren birçok alet olmayacaktı. Örneğin bugün çoluk çocuğun bile elinden düşürmediği cep telefonunun yaratıcısının bir Hollywood yıldızı olduğu hiç aıklınıza gelir miydi?.. Otomobilinizdeki cam sileceklerini de bir kadın icat etti. CEP TELEFONU Beyazperdenin ilk vamplarından Amerikalı aktris Hedy Lamarr’ın bugün kullanmdığımız cep telefonun icat edilmesinde çok önemli bir rol üstlendiğini biliyor muydunuz?.. Hedy Lamarr, 1941 yılında besteci George Antheil’le birlikte radyo frekanslarının kırılmasını önleyen bir sistem geliştirdi. Yeni sistem, özellikle denizaltıların telsizle güvenli haberleşmesinde devrim yarattı ve Lamarr, sistemin patentini aldı. CAM SİLECEĞİ Mary Anderson, 1903 yılında yağmurlu bir günde sürücülerin arabalarını durdurarak camlarını bezlerle sildiğini gördü. Önce ne yaptıklarını tam olarak kavrayamadı ama arkasından, bu durumu ”çok saçma” buldu ve düşünmeye başladı. Kısa süre sonra bugün tüm araçların camlarında bulunan sileceklerin prototipini yarattı.BULAŞIK MAKİNESİ Bulaşık, eskiden beri hem kadınların, hem erkeklerin derdi. Bugün yüzlerce türü bulunan ve yaşamı olağanüstü kolaylaştıran bulaşık makinesini icat eden ise Josephine Cochrane adlı bir kadın. Josephine Cochrane, ilk bulaşık makinesini 1886 yılında icat ederek kadınların gündelik yaşamlarlarında hem bir devrim yaptı, hem de daha özgürleşmelerine yol açtı.BİRA Bira, insanlığın 6 bin yıllık içeceği. Bugün yalnız serinletici olarak değil, besleyici bir içecek olarak da kullanılıyor. İrlandalılar, siyah biranın ”anne sütü kadar besleyici” olduğunu iddia ediyorlar. İnsanlık tarihinde ilk birayı, günümüzden 6 bin yıl önce Ön Asya ve Mezopotamya’da yaşayan kadınlar, ekmek hamurunu su ve otlarla karıştırarark yarattılar. Böylece ilk bira yaratılmış oldu.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

AİLE

Mart 24, 2008 at 11:19 am (COĞRAFYA)

AILE

Evlilik, kan yada evlat edinme bağlarıyla birbirine bağlı, tek bir hane halkı oluşturan, karı-koca, ana-baba, kız ve oğul, kız ve erkek kardeş olarak herbiri kendi toplumsal konumu içinde birbirlerinin karşılıklı etkileyen, ortak bir kültür yaratan, paylaşan ve sürdüren bireyler grubu. Ayrıca aile topluluğu, tek bir hane halkını oluşturduğu için çoğu kez hane halkı terimiyle kullanılır.
Başka bir açıklama yapmak gerekirse; Türk Hukuku’na göre aile kan veya mukabele ile birbirine bağlanmış, aralarındaki hukuki münasabet medeni hukuk ile düzenlenmiş topluluktur.
Aile, çok büyük önemi olan tabii bir toplumdur. Çünkü, çocukların korunması ve yetiştirilmesi, anne ve babaya ancak sürekli bir beraberlik sayesinde yürütebilecekleri bir takım görevler yükler. Bu yüzden ailede eğitimin yeri çok önemlidir.

AİLEDE EĞİTİM

1. Anne ve Babanın Davranışları:

Insan ilişkileri içinde en uzun ömürlü ve önemli etkileri olanı, hiç kuşkusuz anne-baba ile çocukları arasında olan ilişkilerdir. Bir de çocuğun yetişmesinden başarı ya da başarısızlıklarından yalnızca veya yüzde yüz anne-babayı sorumlu tutmak doğru değildir. Çünkü çocuk yalnızca anne ve babasının aile eğitiminin etkisi altında kalmış olsaydı, bir ailedeki tüm çocukların birçok özellikleri yönünden birbirlerinin aynı olmaları gerekirdi. Her çocuk ailenin parçasıdır. Fakat çocuğun yetişmesi ve gelişmesinde okulun ve en geniş anlamda toplumunda sorumlulukları da katkılardan biridir. Bence, anne-babaları tarafından gerçekten sevilip sayıldıklarına inana çocuklar davranışlarında daha bağımsız ve kendilerine daha çok güvenen insanlar durumuna gelmektedirler.
Çocuğun kişiliği önce ve esaslı olarak anne-babası arasında biçimlenmeye ve renk almaya başlar. Ancak bir çocuğun aile çevresinde kazandığı kötü alışkanlıkları değiştirmek, kolay bir iş değildir. Atalarımız, öncelikle ilk yıllardaki etkilerin önemini belirtmek için “Ağaç yaşken eğilir” demişlerdir. Yapılan incelemelerde gösterdiği gibi hayatında anne-babasının her yaşta kişiliği üzerinde etkisi olmaktadır. Eğer bu etkiyi derecelendirmek, ağırlık ve önem bakımından bazı dönemlere ayırmak gerekirse özellikle doğumdan 5 yada 6. Yaşın sonuna kadar insan hayatındaki önemi çok büyüktür.
Bunun nedenleri;

a. Bir çocuğun anne-babası ile bir arada olma süresi ve bu dönemde, hayatının diğer dönemleri ile kıyaslanamayacak kadar uzundur.
b. Kimi anne-babalar, özellikle bu yaşlardaki çocuklar için “daha yaşı küçüktür, nasılsa bir şeyler anlamaz” diye düşünebilirler.

Bu türlü fikirler anne-babaların çocuklarına karşı davranışlarında, birbirlerine olan ilişkilerinde daha az
hassas , daha az dikkatli olmalarına neden olmaktadır.
Ve ruh sağlığının bozulmuş, uyumsuz bir duruma gelmiş insanların çoğunun hayat hikayelerinin dinlenince bu gibilerinin ruh sağlıklarının bozulmasını sağlayan nedenlerin köklerinin bu yaşlara kadar gelip dayandığı görülmektedir.
Bu genel niteliklerden bahsettikten sonra hangi davranışların çocukların üzerinde etkili olduğundan bahsedebiliriz:

I- Anne-Babaların Sorumlulukları: Her anne-babayı bekleyen sorumluluklar vardır. Çocuğun yaşı ilerledikçe anne-babasının taşıyacağı sorumluluklar azalır. Bir kısmı uzar. Kimilerine göre anne-babaların en önemli sorumlulukları: çocuğun yemek, içmek, giyim, kuşam vb. gibi temel ihtiyaçlarını gidermektir. Oysa anne-babaların sorumlulukları bunları aşan çok daha geniş, daha başka konuları kapsamaktadır. Çocukların bazı temel ihtiyaçları vardır ki, bunların sağlıklı ve dengeli olarak giderilmesindeki sorumlulukların önemli bir kısmı anne-babaları ilgilendirir. Özellikle büyüme ve gelişmenin çok hızlı olduğu okul öncesi çağında ve daha sonraları çocuğun yemesiyle, giyimi, kuşamıyla, uykusu, dinlenmesi ve oyunuyla ilgilenmesi gereken anne-baba, çok küçük yaşlardan başlayarak örneğin cinsel eğitimiyle de ilgilenmek zorundadır. Öte yandan çocukların ruhsal ve toplumsal nitelikleri temel ihtiyaçlarının (güven, başarı elde etme, sevgi, beğenilme, birlikte yaşama) giderilmesinde de anne-babalara düşen önemli görevler vardır. Suçluların, alkoliklerin, hayatına son verenlerin, ruh hastalarının, kötü yola sapmış kişilerin hayat öykülerini gözden geçirdiğimizde, bu insanların bu duruma gelmelerinde anne-babalarının payının büyük olduğu görülmektedir.

Çocuk yetiştirmede anneye ve babaya düşen görev ve sorumluluklar ayrıdır. Günün yorucu iş hayatından eve yorgun argın dönen ve bu yüzden de kendini haklı bulan babaların yaşayışları hemen hemen aynıdır. Yemekten sonra günlük gazete ve dergileri gözden geçirmek sonra da yatıp uyumak anneler ve çocuklar tarafından babalarının kendileriyle yeteri kadar ilgilendirmedikleri düşüncesine kapılmasına sebep olur. Babalarından bazı davranışlar beklerler. Örneğin; ev işlerinde hanımlarına yardım etmeleri, çocuklara bakmaları gibi.
Bir erkeğin baba olarak aile bireylerine karşı yerine getirmekle zorunlu olduğu bazı davranışlar vardır ki, durum ne olursa olsun ne kadar yorgun ve meşgul olursa olsun unutulmaması gereken davranışlardır bunlar. Bu davranışlar nelerdir?
a. Aile bireylerinin ihtiyaç duyduğu ilgi ve sevgiyi vermede, bir baba olarak bazı görev ve sorumlulukları olduğunu unutmak.
b. Çocukların babaları tarafından okşanmak, sevilmek istediklerini unutmamak.
c. Çocuklar okulda yada sokakta yaptıklarını, başarılarını babalarına anlatmak isterler; onları anlayışla karşılamak.
Bunları gerçekleştiren babalar hem kendileri dinlenmiş olurlar, hem de bu davranışlarıyla çocuklarının gözünde büyür aranan bir baba durumuna gelirler. Tabi bu arada annelerin de bu konuda üzerlerine düşen bir görevi vardır. Para kazanmak, ailesini geçindirmek nedeniyle geç saate kadar çalışıp eve yorgun argın gelen babaların içinde bulunduğu durumu çocuklarına anlatmak, böylece çocuklarının babalarına karşı daha anlayışlı davranmalarına yardımcı olmak. Babalarının durumunu yakından bilen çocuklarda babasıyla olan ilişkilerinde isteklerinde ölçülü olurlar. Böylece çocuklarda babalarına karşı yanlış birtakım duygu ve düşüncelerin yerleşmesi de önlenmiş olur.
Çocuk bakımı ve eğitimi görevini, sorumluluğunu bir yüke benzetirsek bu yük karı-koca tarafından birlikte taşındığı zaman ağırlığı pek hissedilmez. Eğer yükün taşınması yalnız bir kişinin omuzlarına bırakılırsa, ağırlığı işte o zaman o kişiyi ezer, yorar, bunaltır.
Annenin ailedeki yerine, görev ve sorumluluklarına gelince; “Yuvayı yapan dişi kuştur” Sözünden anlaşıldığı üzere anneyi bir evin direği, koordinatörü ve rehberi olarak görürüz. Aile içinde herkesin hakkını gözetmede, herkesin yeri ve değerini saptamada denge sağlamaya çalışan bir kişi.
Para kazanma konusunda ise çocuklar genelde babalarının çalışmalarını normal karşılarlar ama annelerinin zorunlulukla da olsa çalışmalarını istemezler. Bu yüzdendir ki bir anne çalışamaya karar vermeden önce çocuklarının yaşları, ruhsal durumlarını dikkate almalı ve neden çalışması gerektiğini anlayacakları dilde onlara anlatmalıdır.

II- Sevgi, saygı ve sevecenlik: İnsan hayatında çok yüce ve çok anlamlı bir yeri ve değeri olan bu duygular insanda doğuştan mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları doğduktan sonra yaşayarak, görerek öğrenir ve o da bu duyguları başkasına göstermeye, uygulamaya başlar. Herhangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yavrusunu kucağına alan, bağrına basan bir anne, bu davranışlarıyla sevilmenin, sevmenin ilk derslerini vermektedir. Sevilmeyi böylece öğrenmeye ve yavaş yavaş alışmaya başlayan çocuk kısa bir süre sonra da bir besin maddesi gibi sevmeyi sevilmeyi bekler. Diğer bir deyişle sevgi böylece temel bir ihtiyaç durumuna gelir çocuk için. İşte bu noktadan sonra özellikle annelerin, artık çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Bir annenin çocuğuna gösterdiği sevginin ölçüsünde yanlış bir istikamete yönelmesi hem ileride çocuğuyla olan ilişkilerinde içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir, Hem de az sonra belirteceğim nedenler yüzünden çocuğun kişiliğinin etkilenmesine yol açabilir. Hayatın ilk yıllarında çocuk, annesinin sürekli bakımına muhtaçtır bu yüzden annesi ile çocuk arasında çok yakın bir bağlılık başlar. İşte tam bu sırada annenin çocuğuna göstereceği ilgi, sevgi ve koruma gibi davranışların ölçüsünde bir anormallik, bir dengesizlik gelişebilir. Örneğin bir bitkinin gelişip büyümesinde suya, havaya, güneşe ve gübreye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçları ancak belli ölçüler içinde alabilen bitkiler sağlıklı olarak büyüyebilirler. Gelişimi sırasında ihtiyaçtan fazla verilen su, bir fidanın çürümesine neden olabilir, susuzluk ise kurutabilir fidanı. Sevgi ve sevecenliğinde insan hayatında buna benzer etkisi vardır. Dengesi yada ölçüsü bozuk bir sevgi ve sevecenlik duygusu, hangi yönde gelişirse gelişsin çocuğun eğitimi üzerinde daima kötü ve olumsuz etkiler yapar. Bu duyguların sunuluşunda, doyuruluşunda azlık yada çokluk bakınız çocuğun kişiliği üzerinde nasıl etkilerde bulunur.
a. Aşırı Sevgi : Örneğin önce, aşırı derecede sevilerek yetiştirilmekte olan bir çocuğu ele alalım. Anne-babası tarafından her zaman okşanmaya el üstünde tutulmaya her isteği yerine getirilmeye övülmeye alıştırılmış olan çocukla, anne-babası arasında son derece yakın bir bağlılık meydana gelir. Bu bağlılık önce çocuğun gelişmesini ve olgunlaşmasını önler ve geciktirir. Yaşının ilerlemesine karşın, çocuğun çocuk kalmasına neden olur. Bunun yanısıra, çocuk aynı sevgiyi diğer insanlardan bekler. Bunu bulamayınca da büyük düş kırıklığına uğrar. İnsanların onu sevmediği, ona değer vermediği gibi yanlış düşüncelere kapılabilir. Bunun sonucu olarak çevresindeki insanlara düşman kesilir yada insanlara karşı düşmanca duygular besler. Annesi babası tarafından aşırı derecede sevilen çocukların gereksiz yere sık sık öpüldüğü, okşandığı, zaman zaman da anne-babasının yatağına yatırıldığı görülmektedir. Bu türlü davranışlar çocuğun cinsel hayatı üzerinde çok olumsuz etkilerde bulunur. Böyle yetiştirilen çocuklar yetişkinlik yıllarında bile bu bağlılığın etkisinden kendilerini kolay kolay kurtaramazlar. Cinsel hayatlarında bu yüzden oluşan bazı durumlar, sapıklık ya da anormallikler ömürleri boyunca bu gibileri huzursuz ve uyumsuz yapar. Acaba hangi çocukların aşırı derecede sevilmesi ya da korunması ihtimali vardır. Yapılan incelemelere göre anne-babaları tarafından aşırı derecede sevilmeleri yada korunmaları ihtimali bulunana çocuklar şunlardır: Tek çocuklar, ailenin en küçük çocukları, anne-babanın yaşlılık çağlarında dünyaya getirdikleri çocuklar, çok güzel çocuklar, uzun yıllar bekleyişlerden sonra dünyaya gelen çocuklar. Bir evin bir kız yada bir oğlu olan çocuklar, nineler ve dedeler tarafından özel bir sevgiyle sevilen çocuklar…vb. Freud’e göre; çocukları aşırı derecede sevmek, korumak gibi davranışlar, nevrotik ana-babalarda (yani kaygılı, kuruntulu, kuşkulu) daha çok görülmektedir. Bir kısmını sıraladığımız bu ve benzeri nedenleri bilen ana-babalar böyle durumlarda biraz uyanık ve tedbirli olurlarsa çocuklarını gelecekte beklediğini söylediğimiz düş kırıklıklarından ve tehlikelerden korumuş olurlar.

b. Sevgi Azlığı: Şimdi birazda konunun öbür yüzüne bakalım:Yani sevgi yokluğu sevgi azlığı konusu. Hiçbir anne-baba kendisine katı yürekli denmesini istemez. Ne var ki, zaman zaman elde olmayan nedenler yüzünden de çocuklarımıza böyle davrandığımız, çok katı, çok sert çıkışlar yaptığımızda bir gerçektir. Çocuklarımızın beğenmediğimiz davranışları karşısında, sert çıkışlar yaparız bağırıp çağırırız. ”Artık sen bizim çocuğumuz değilsin, sevmiyoruz seni…” gibi bir bakıma doğru olmayan çıkışlardır bunlar. Oysa bir çocuk için cezaların en büyüğü onun gözünde çok büyük anlam ve değer taşıyan annesinin ya da babasının sevgisini yitirmektir.
Bu gibi davranışlara sık sık başvuran anne-babaların çocuklarında büyük bir güvensizlik duygusu, çekingenlik ve korku durumu görülür. Yalnız kendine değil, anne-babasına karşı olan güveni de azalır çocuğun. Kötü, beğenilmeyen davranışlar karşısında çocuğa gelişi güzel söylenmiş olan,
“Artık seni sevmiyorum” gibi sözleri çocuk ciddiye alır. Çocuk çok yıkıcı ve derin izler bırakan etkileri olur bu gibi sözlerin. Oysa herkes bilir ki; sevilmeyen, beğenilmeyen çocuğun kendisi değil davranışlarıdır. Ne var ki, çocuk aradaki farkı anlayamaz, kavrayamaz. Gelişi güzel söylenmiş sözler ya da bu konudaki kusurlu davranışlar çocukta; “Artık annem babam beni sevmiyorlar” gibi yersiz bir takım duygu ve düşüncelerin gelişmesine yol açabilir. Yalnızca kötü davranışları üzerinde durulduğunu, azarlandığını, sevilmediğini; iyi davranışlarına ise hiç ilgi gösterilmediğini gören çocuklarda yanlış birtakım kanılar da doğabilir. Bu gibi çocuklar büyüklerine karşı küskünlük duyarlar, içlerine dönerler, kendilerine karşı güvenleri azalır. Suç işleyenlerin, ruh sağlığı ciddi olarak bozulmuş kimselerin, uyumsuz davranışlar gösteren kimselerin çoğunluğunu özellikle anne-baba sevgisinden yoksun olarak yetişmiş insanlar oluşturmaktadır. Anne-babanın dışarıda çalışması sonucunda ilgisiz ve sahipsiz kalan çocukların akrabandan sevilmeyen birine benzeyen çocukların bazen sakat, özürlü, sakat, zekaca geri, çirkin yada istenmeden dünyaya gelen çocukların sevilmemeleri ihtimali çok kuvvetlidir. Bu arada, zekaca düşük düzeyde olan kimi ailelerin zekaca üstün durumda olan çocukları sevmedikleri de görülebilir. Annenin özellikle çok küçük yaşlarda çocuğuna göstereceği yakınlık ve sevginin derecesi çok önemlidir. Eğer bu sevgi ve ilgi duygusal yönden doyurucu nitelikteyse çocuğunda diğer insanlara karşı aşağı yukarı aynı tepkide bulunması ihtimali çoktur. Eğer çocuk ailesinden bu duyguları yeterince almamışsa, bir insan için çok önemli olan bu temel ihtiyaçları kadar giderilmemişse, çocuğun ileride insanları sevmeyen onlardan uzak duran soğuk bir duruma gelmesi beklenebilir. Sevginin kişi hayatındaki yerini ve önemini açıklarken saygı kavramının da bu duygunun içinde bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir. Öteden beri süregelen yanlış anlayışa göre saygı yalnızca yaş ve makam yönünde bizden daha üst durumda olanlara gösterilmesi gereken bir duygu bir davranış biçimidir. Oysa saygı: küçük, büyük farkı gözetmeksizin; karşımızdaki ne ve kim olursa olsun, onun herşeyden önce en az bizim gibi ve bizim kadar bir insan olduğunu kabul ederek herkese vermemiz gereken bir değerin belirtisidir. Çocuklarımızı adam yerine koymak onlara gerçekten insan gibi davranmak, onların görüş ve düşüncelerine önem vermek, değer vermek… İşte tüm bu davranışların toplamı, çocuklarımıza duyduğumuz saygının ölçüsünü ortaya koyar. Bu anlayışa göre, bu hava içinde yetişen çocuklarda aynı davranışları başkalarına gösteren kimseler durumuna gelir.

III- Anne ve babaların Disiplin Anlayışı: Disiplin: Bir çocuğun kendi istek ve ihtiyaçlarıyla, çevresinden gelen istekleri bağdaştırmasına yardım etmek için planlanmış bir etki biçimidir. Fakat bu konu kimine göre “çocuğa nasıl davranması gerektiğini öğretmek.” Kimine göre “çocuğu cezalandırmak” kimine göreyse “çocuğa itaat etmesini öğretmektir.” Demektir. Disiplin konusunda başlıca üç görüş vardır. Bunlardan birincisi, çocuğun hemen hemen her davranışını yasaklayan, engelleyen, katı, sert ve özgürlük tanımayan otoriter disiplin anlayışı, ikincisi ise bu anlayışa tamamen aksi ve çocuğun hemen hemen her davranışına göz yuman aşırı özgürlük tanıyan hoşgörülü disiplin yolu. Üçüncüsü ise bu iki görüşün karışımı olan çocuğun gelişim ve büyüme dönemlerinin özelliklerini göz önünde bulundurarar zaman zaman davranışların hoşgörüyle karşılanması gerektiğin kabul eden demokratik disiplin yoludur. Eğitimciler bu disiplin anlayışı için (en güzel fakat uygulanması da o derece güç bir yol) demektedirler. Hemen söylemeliyim ki aşırı baskı yasaklamalar ve engellemelere dayanan disiplin anlayışı, bunun tamamen tersi aşırı özgülüğe sınırsız özgürlük ve hoşgörüye dayanan disiplin anlayışı, çocuğun eğitimi ve kişiliği ve eğitimi üzerendi aynı olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Bu tip disiplin anlayışlarına göre yetiştirilen çocuklar şaşkın ürkek, çekingen, ne yapacağını bilemeyen güçsüz kişilikli kimseler durumuna gelmektedir. Çocuğun birşey yapması, yada yapmaması istenirken ona daima nedeni anlatılmalı, açıklanmalıdır. Çocuğun eğitiminden sorumlu kimseler arasında disiplin anlayışı yönünden birbirinden farklı görüşlerin bulunması da çocuğu şaşırtır. Öyle davranışlar vardır ki bunlar, bu davranışları değerlendirenin görüşüne göre değişir. Birine göre normal ve doğru sayılan bir davranışın öbürüne göre anormal sayılması birinin hoşgördüğü bir davranışı öbürünün yasaklaması beğenmemesi gibi durumlar çocuğu şaşkına çevirir. Anne babanın dengesiz davranışlarınn da disiplin üzerinde çok derin olumsuz etkileri vardır. Çocuğu bir dakika öncee öper, sever yada başının üstüne çıkarırken, bir dakika sonra yaptığı bir kusurlu davranış yüzünden azarlamak, cezalandırmak… Kızılması gereken bir davranış karşısında köpürmek, bağırmak çağırmak, kızılacak bir davranışı ise hoş görmek bağışlamak… Bu gibi dengesiz davranışlar da çocuğu şaşırtır. Anne babasına karşı olan saygının azalmasına, güvenin yok olmasına neden olabilir. Disiplin konusunda son olarak diyebiliriz ki çocuğa her zaman her yerde, kendi kendini denetim altına alabilme gücünü ve alışkanlığını vermeye, kazandırmaya çalışmalıyız. Davranışlarını bir başkasını sevindirmek bir başkasının gözüne girmek yada birinden korktuğu, çekindiği için değil, doğruluğuna, öyle yapılması gerektiğine inandığı için ayarlamak. Bu alışkanlığı kazanmış bir kişi her zaman ve her yerde aynı biçimde davranır. Böyle bir insan, davranışlarını ayarlarken daima önce kendisini düşünür. Kendi kendine hesap vererek davranışlarını buna göre bir yön ve biçim vermeye çalışır.
a. Aşırı baskı ve disiplin anlayışı: Aşırı baskı ve sıkı disiplinin çocuğun kişiliğini hiçe sayan bir davranış biçimidir. Böyle yetişen çocuklarda genel olarak iki tepki görülür. Bunlardan biri: çocuğun sinmesi içine kapanması, uysal ve söz dinler görünmesi ötekisi ise açıkça karşı koymak her türlü otoriteye baş kaldırmak kimi çocuklarda da her iki davranışa da rastlayabiliriz. Yapılan incelemeler göre aşırı baskı ve sert disiplin altında yetiştirilen çocuklarda şu davranışlar görülmektedir: 1.Anne babalarından nefret etmek. 2.Insanlarla iyi geçinememek, kavgaci ve geçimsiz kimseler durumuna gelmek. 3.Sinirlerine hakm olmakta güçlük çekmek, alıngan ve çabuk parlayabilen bir kişiliğe sahip olmak. 4. Ne kendilerine ne başkalarına güvenememek. 5.Her türlü otoriteden nefret etmek. 6.Bir takım yersiz korku ve kaygıları olmak. 7.Arkadaşları edinmekte güçlük çekmek.
b. Aşırı serbestlik ve gevşeklik: Çocukların çok sıkı bir disiplin altında geçmiş kimi anne ve babalar (biz çektik, çocuklarımız çekmesin) diyerek, çocuklarının davranışlarında tamamen özgür bırakırlar. Öte yandan kimi anne-babalarda çok meşgul oldukları, çocuklarına ayıracakları zaman bulamadıkları için çocuk kendiliğinde denetimsiz ve özgür kalır. Sıırsız bir özgürlük içinde yetişen bu çocuklara neyin iyi, neyin kötü, neyi yapabilecekleri, neyi yapmanın kendilerini güç duruma sokabileceği gibi hususlar öğretilmediği için onlar da her akıllarına geleni yapmakta hiç bir sakınca görmezler. Tabi bu yüzden de zaman zaman güç ve tehlikeli durumlara düşebilirler. En basit anlamda bir baskıya da müdahale böyle yetişen çocukları çok rahatsız eder. Hemen tepkide bulunmalarına neden olur. Başkalarının hakkına saygı ve iş birliği gibi davranışları öğrenmedikleri için yalnız kendilerini düşünen, bencil davranışları yüzünden sevilmeyen, istenmeyen insanlar durumuna gelirler.
c. Ceza ve ödülün etkileri: Çocuklara; kötü ve beğenilmeyen davranışları bir daha tekrar etmemeleri için ceza, iyi ve beğenilen davranışları teşvik etmek, gayrete getirmek için de ödül verilir. Ceza ve ödülün bir işe yaraması etkili olabilmesi için çok dikkatli kullanılması gerekir. Aksi halde hiç bir işe yaramadığı gibi, ters etkileri de olur. Çocuğa ceza verilmeden önce, cezalandırmayı düşündüğümüz davranışın nedeni araştırılmalıdır. Kimi çocuklar bilmedikleri için bilgisizlikleri yüzünden kötü yada beğenilmeyen bir davranışta bulunurlar ve kendilerine bu yüzden bağırlıdığı kızıldığı ve ceza verilmek istendiği zaman şaşırırlar. O zaman anlarlar kötü birşey yaptıklarını. İşte böyle bir çocuğu cezalandırmak büyük bir haksızlık olur. Bu gibi çocukları cezalandırmak yerine neden kusurlu kabahatli bir duruma düşmüş olduklarını açık açık anlatmak ve böylece bu davranışın tekrarını önlemeye çalışmak daha etkili bir yoldur. Cezanın etkili olabilmesi için çocuğun, niçin cezalandırılması gerektiğini açıkça bilmesi gerekir. Öte yandan çocuğun davranışlarıyla verilen ceza arasındaki ilişki çocuk için önemlidir. Eğer çocuk davranışlarıyla verilen ceza arasında adil dengeli ve olumlu bir ilişki olduğu sonucuna varırsa durumda şikayetçi olmaz. Çünkü verilen ceza yerindedir. Ancak böyle kullanılmadığı zaman çocuk verilen cezadan ders alır. Verilen ceza; çocuğun davranışlarıyla karşılaştırılınca çok hafif ya da çok ağır olmuşsa böyle bir ceza çocuk üzerinde yapıcı değil yıkıcı etkide bulunur. Hafif cezalar ağır cezalardan daha etkilidir. Kimi çocuklar için bir sert bakış kimileri için bir acı söz, kimileri için uzun bir süre devam etmemek koşuluyla bazı hak ve ayrıcalıklardan yoksun bırakmak etkili bir ceza olabilir. Anne ve babalar ceza vermeden önce verecekleri cezanın tam anlamıyla uygulanabilmesi mümkün mü değil mi, düşünmelidirler. Aksi durumda çocuğun gözünde alay konusu olur. Bu cezanın da hiçbir etkisi olmaz. İçe dönük kendilerine karşı güvenleri olmayan çekingen çocuklar üzerinde cezanın çok olumsuz etkileri vardır. Verilen cezalar bu gibi çocukların daha çok kendi kabuklarına çekilmelerine kendilerine karşı güvenin daha da azalmasına neden olur. Eğer çocuğun cezalandırılması gerekiyorsa içinde bulunduğu ruhsal durum göz önüne alınmalıdır. Çocuk çok kızmışken aklı başında değilken, çok sinirli bir durumdayken verilen cezalar, kızgın motora soğuk su dökmeye benzer. Çocuğun daha sert tepkilerde bulunmasına sebep olabilir. Kısacası olumlu olmaz, bu durumda verilen cezanın. Biraz da ödülden söz edelim. Çocuğun başarılarını övmek güzel ve hoşa giden davranışlarının tekrarını sağlamak amacıyla ve özendirmek için zaman zaman çocuğun ödüllendirilmeye ihtiyacı vardır. Ödül denilince akla hemen para ve çeşitli armağanlar gelir. Eve çocuğumuzu zaman zaman ödüllendirirken para ve armağanlar bir ödül aracı olarak kullanılmalıdır. Bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Kanımızda çocuğun başarılarılarını beğenilen davranışlarını ödüllendirmenin de etkili yolları vardır. Örneğin güzel ve tatlı sözlerle çocuğun başarısı övmek zamanında ve yerinde candan bir sağol gibi sözler çocuğu kucaklayıp öpmek çoğu zaman maddi ödüllerden daha etkilidir. Ödülü iyi bir davranışın devamını sağlamak özendirmek için bir araç olarak kullanmak gerekir. Çocuk davranışlarını sonunda alacağı ödüllere verilecek armağanlara göre ayarlamaya başladımıydı ödül artık araç olmaktan çıkar, amaç olur. Oysa çocuk aramağan almak için başarılı olmaya değil başarıya ulaşmak için başarılı olmaya çalışmaktadır. Çocuk bir takım iyi davranışları elde etmenin sonunda armağan alabileceği için değil fakat o davranışların gerekliliğine, iyilik yada doğruluğuna inandığı için tekrar etme alışkanlığını kazanmalıdır nokta. Çok çocuklu ailelerde anne babanın bu konuda çok hassas olması gereken birbaşka nokta da şunlardır: Bir çocuğu yaptığı iş yada başarısı nedeniyle ödüllendirirken bu davranışın öteki çocukları üzerindeki etkilerini hesaba katmak. Böyle durumlarda anne babanın yapacağı en küçük bir yanlışlık, öteki çocukların kardeşlerini çekememelerine kıskanmalarına neden olabilmektedir. Kardeşler arasındaki ilişkilerin, dengenin bozulmaması için o gün göze çarpan bir davranışı bahane edilerek onlar da övülmelidirler. Kimi anne babalar çocuklarından birinde gördükleri iyi bir davranışı yada başarıyı ele alarak bu çocuklarını över ve armağanlara doğarken bu fırsattan yararlanarak öteki çocuklarıyla bu çocuğu kıyaslamaya kalkarlar. Böylece sanarlar ki bu aleyhte kıyaslama sonucu öteki çocuklar örnek olan kardeşlerinin davranışlarını, hemen taklide kalkışacaklardır. Tecrübeli anne babaların da çok iyi bildikleri gibi bu tutumla olumlu sonuç almak şöyle dursun, anne babalar kardeşi kardeşe düşürürler. Bu tip aleyhte kıyaslamalar kardeşler arasındaki kıskançlığı birbirlerine düşmanca davranışlarda bulunmalarına neden olur.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

NÜFUSUN YERYÜZÜNE DAĞILIŞI

Mart 24, 2008 at 11:18 am (COĞRAFYA)

NÜFUSUN YERYÜZÜNE DAĞILIŞI

Dünya nüfusunun yeryüzüne dağılışını gösteren bir haritaya baktığımızda dikkati çeken ilk nokta dağılışın çok gayri muntazam oluşudur.Filhakika dünya nüfusunun yarısı, karaların % 5 inde toplanmıştır. Buna mukabil geniş sahalar ya tamamı ile boş yada çok seyrek nufüsludurlar. Yapılan hesaplara göre karaların % 57 sinde dünya nüfusunun % 5 i yaşamakta, % 95 i geriye kalan % 43 ü üzerinde toplanmış bulunmaktadır.

Dikkati çeken ikinci husus, kalabalık nüfuslu yerlerin doğal ve ekonomik bakımdan birbirlerinden farklı üç ayrı bölgede toplanmış oluşudur : Batı Avrupa, Çin ve Hindistan, Java ve Portoriko. Java ve Portoriko sıcak ve nemli iklim bölgesinde bulunurlar. Buna mukabil, Batı Avrupa’da kalabalık nüfuslu yerler 50 kuzey paraleli civarındadır. Avrupa’nın endüstri bakımından son derece ilerlemiş bu kalabalık sahalarına mukabil, dünyanın en sık nüfuslu yerleri arasında bulunan Çin ve Hindistan, tarım ülkeleridir, Bu duruma göre nüfus dağılışını izah edebilecek müşterek bir sebep bulmak mümkün değildir.

Nüfus dağılış haritasında göze çarpan üçüncü nokta boş veya seyrek nüfuslu sahaların yerleridir. Bu sahalar kutup ülkelerinde olduğu gibi ılıman ve sıcak kuşakta da geniş yerler işgal eder. Kutup bölgeleri arasında nüfustan tamimiyle mahrum saha Antarktika’dır. Asya, Avrupa ve Amerikanın kuzeyinde , az da olsa insan mevcuttur.Dünya üzerindeki boş sahalardan bir diğeri de kurak yerler , çöllerdir.Afrika’nın kuzeyi ( Büyük sahra ) ve güneybatısı (Namib çölü) , Orta Asya ( Kızıl kum ve Kara kum ve Gobi çölleri ) ve Arabistan ,ve Avustralya’nın iç kısımları bu durumdadır. Sıcak bölgedeki az nüfuslu yerler Amazon ve Kongo havzalarına rastlanmaktadır.

Netice itibariyle şu söylenebilir. Nüfus dağılışı ne sadece iklime, ne de ekonomik seviyeye bağlıdır. Çok kalabalık yerlere, ekvatoral bölgede olduğu gibi , 50. paralel civarında, tekniğin çok ileri gittiği Avrupa’da geçimini toprağa bağlamış Asya ülkelerinin bazılarında rastlıyoruz. Kuzey ve Güney Amerika’da, Avrupa’nın kalabalık bölgelerindeki imkanlara sahip olan yerlerinde nüfus sıklığının epeyce düşük olduğunu görüyoruz. Az nüfuslu yerler de sıcak, soğuk, çok yağışlı veya çok kurak, bitki örtüsünden tamamıyla mahrum veya ormanlarla kaplı sahalarda bulunmaktadır.

MESKUN SAHA VE SINIRLARI :
Dünya nüfusunun bugünkü dağılış tarzı, devamlı değişikliğe uğrayan bir vakıanın geçici halidir. Birkaç yüzyıl evvel Avrupa’da nüfus sıklığının dağılışı bugünkü durumunda değildi. Bu kıtadaki insanların çoğu, Akdeniz kıyılarında ve bu kıyıların ovalık yerlerinde yaşıyorlardı. Endüstri inkılabı, çeşitli madenlerden faydalanma yollarının bulunması ve ticaretin gelişmesi gibi sebepler fazla nüfuslu bölgenin Orta ve Batı Avrupa’ya göçmesine sebep oldu.Son derece seyrek nüfuslu Amerika, dikkati çekecek derece kalabalık bölgelere sahip oldu.

Daha eski devirlerde, bugün tenha olarak görünen sahalar o zaman kalabalık yerlerdi. Orta Asya (Batı ve Doğu Türkeli ) ve Mezopotamya gibi. Dün, evvelki gün bugünkünden tamimiyle farklı olan nüfus dağılış tarzı istikbalde de yeni görünüş kazanması çok muhtemeldir. Zaten böyle bir gelişmede mevcuttur.
Bugün insanların yaşamakta olduğu sahaya, coğrafyacılar arasında milletler arası bir terim olarak ökümen denmektedir. Ekümen’in kutup yakınlarına doğru sınırı şiddetli soğuklar, diğer taraflarda şiddetli kuraklık ve sık ormanlar teşkil etmektedir.Kutup yakınlarında yaşamayı güçleştiren, soğuk ve uzun kışlar, kısa ve serin yazlar, donmuş fakir topraklar ve uzun gecelerdir.Bu sebepler insanların bitkisel besin temini imkanını ortadan kaldırmakta, hayvansal besin bulma işini güçleştirmektedir. Kutup bölgelerinde tamimiyle buzullarla kaplı yerler ise, insanların yaşama şartlarını külliyen yok etmektedir. Bu sebeple Amerikanın kuzeyinde buzullarla kaplı adalar, Grönland’ın çok büyük bir kısmı, Güney Kutup Kıtasının insanlardan mahrum yerlerdir. Avrupa , Asya ve Amerikanın kuzeyinde tundralar bölgesi ekumen ile nüfustan mahrum yerler arasında geçit sahası teşkil eder. Buraları yaz mevsiminde güneyden gelen göçebe kabilelerin muvakkat iskan sahalarıdır. Son zamanlarda bulunmuş ve istifade edilmeye başlanmış madenler madeni dünya insanlarını buralara çekmeye başlamıştır. Yakın bir istikbalde bu geçiş sahasının ekümene katılması muhtemeldir.
Kurak sahalarda iskan sahasını sınırlandıran yağış azlığı ve su yokluğudur. Su, bugün çok geniş sahalar kaplayan çölleri bir Mısır yapabilir.Bunun için çeşitli yönlerden çalışılmaktadır. Kurak bölgeleri geçen akarsulardan faydalanarak mümkün olduğu kadar geniş sahaları sulama problemi ilk çağlarda dahi ele alınmıştır. Mezopotamya ve Mısır medeniyetleri bu sahadaki başarılar üzerine kurulmuştur. Bugünde hemen bütün kurak sahalarda sulama imkanlarını temin etmek ve fazlalaştırmak için çalışılmaktadır.Ancak bu şekilde kazanılabilecek sahanın pek mahdut olduğu bilinmektedir. Yer altı sularından faydalanma, akla gelen ve yer yer tatbik sahasına konmuş olan ikinci kazanç yoludur. Suni yağmur, önemi gittikçe artan bir mevzudur. Fakat bütün bunlar, bugünkü teknik bilgi ve seviye ile okümen’e pek fazla bir şey kazandıramayacaktır.

Nemli tropikal bölgeler, dünyanın az nüfuslu veya nüfustan mahrum yerlerinden bir diğerini teşkil ederler.Burlarda yüksek sıcaklar, yağışın ve havadaki nispi rutubetin fazlalığı insanlar için elverişsiz şartlardır. Ayrıca çeşitli hastalıkların mevcudiyeti ve vahşi hayvanların çokluğu yenilmesi gereken problemlerdir. Fakat bütün bu şartlara rağmen, nemli tropikal sahalar, her yerde aynı derecede tenha değildir. Hatta, insanların azim ve iradesi ile, elde mevcut teknik imkanlar sayesinde, şartları ıslah edilebilmiş bazı sahalar dikkati çekecek derecede kalabalık yerler haline gelmiştir Java’nın durumu müspet neticelerin en güzel örneğidir İstikbalde kümen sahanın sınırlarını bu bölge zararına genişletmesi çok muhtemeldir.

Nüfusun ekümen saha içinde dağılışı
Nüfus dağılışını gösteren bir haritaya dikkat edilirse, dünya nüfusunun bilhassa üç bölgede çok sık olarak yaşamakta olduğu görülür.1- Doğu ve Güney Asya 2- Batı ve Orta Avrupa 3- Kuzey Amerikanın doğu tarafları. Filhakika buraları dünya nüfusunun % 80 ini
toplamıştır. Asyada yaşayanlar dünya nüfusunun yarısını, Avrupa’da yaşayanlar dörtte birini Kuzey Amerikanın doğusundakiler on beşte birini meydana getirmektedir.

Asya da yaşayan bu büyük kitle esas itibariyle iki bölgede toplanmıştır. Biri kıtanın doğusunda diğeri güneyinde. Bu kalabalık yerler dışında yaşayan insanların sayısı çok azdır. Sık nüfuslu yerler Avrupa’da , batıda İngiltere’den başlayıp doğuda Urallara kadar devam eden bir şerit halinde uzanmaktadır. Kuzey Amerika da ise Birleşik Devletlerin kuzeydoğusundan batıya doğru uzanmakta kuraklığın arttığı yerlere doğru önemi azalarak devam etmektedir. Ekümen saha içinde nüfusun nasıl dağıldığını anlayabilmek için kıt’ların durumlarını kısaca gözden geçirelim.
ASYA :
Ayanın doğu ve güneyinde yaşayan insanlar esas itibariyle geçimlerini topraktan sağlarlar. Temel besin pirinçtir. Bu yüzden zengin toprakların bulunduğu ovalara ve nehir kenarlarına yerleşmişlerdir. Bu sebeple en kalabalık bölgeler içinde bulunan ve sulamaya elverişli olmayan yamaçlar dikkati çekecek derecede tenhadır.
Çin
Doğu Asyanın hatta dünyanın en çok nüfuslu ülkesidir. Fakat her tarafı aynı derecede kalabalık değildir. Batıda Batı Türkseli, Tibet,Moğolistan da yaşayanların sayısı 30 milyondan azdır. Doğuda asıl Çin adı verilen ve 4 milyon kilometre kare kadar bir yer kaplayan sahada yaşayanların miktarı ise çok fazladır. Burada bilhassa Sarı ırmak ( Hoang-Ho) Gök ırmak (Yangçe-Kiang) ve Kırmızı ırmak (Si-Kiang) nehirlerinin deltaları ve alüvyonlu ovaları çok kalabalıktır. Nüfus sıklığı pek çok yerde 800 ün üstünde bazı yerlerde ise 1500 ün yakınındadır. Kalabalık yerler bu nehirlere karışan ikinci derecedeki akarsuların etrafında uzanan ovalar boyunca ilerleyerek ağaç gövdesini andırır bir görünüş kazanmıştır. Ancak kıyılarda bilhassa güneye doğru kalabalık bir diğer alan ortaya çıkar. Burası engebeli, tepelik fakat çay, şekerkamışı, baharat, pirinç vs… yetiştirilen ipekböceği beslenen, denizden fazlaca faydalanılan bir bölgedir. Bu çeşitli kaynaklar buralarda çok sayıda insanın toplanmasına sebebiyet vermiştir.
Japonya
Japonya’da yaşayan halkın büyük bir kısmı iklimi yumuşak olan güney kısmında (37 derece kuzey paralelinin güneyinde ) toplanmıştır. Buralarda halkın %50 si şehirlerde yaşamakta ve geçimini endüstri sahasında çalışarak sağlamakta, geri kalanı alüvyonlu ovalara ve deniz kıyılarına yerleşmiş bulunmaktadır. Deniz ürünleri, Japonların besinleri arasında pirinç, çay kadar önemli bir yer işgal eder. Ülkenin kuzey kısımları ve dağlık yerler tenhadır.
Hindistan ve Pakistan
Bu ülkelerde nüfus dağılışını akarsular boyunca uzanan alüvyonlu ovalar ile yağış miktarına bağlı olduğu görülmektedir. Filhakika bu ülkelerin en kalabalık yerleri Ganj ve İndus vadileri üzerinde bulunmakta aynı kalabalık saha Himalayaların güneyinde Brahmaputra vadisi boyunca kuzeydoğuya doğru uzanmaktadır. Buralarda km kareye düşen insan sayısı 1000 i aşmaktadır. Ancak, Ganj ve Brahmaputra deltası ıslah edilmemiş olduğu için kısmen bataklıklar kısmense içine girilmesi güç ormanlarla kaplıdır. Bu sebeple oldukça tenha durumdadır. Hindistan da kuzeydeki bu kalabalık saha dışında yarımadanın doğu kıyılarındaki ovalık alanlarla, batı kıyılarındaki çok yağış alan yerler nüfus yoğunluğu yüksek yerlerdir. Bu ülkede de dağılış esas itibariyle tarım imkanına bağlı olarak gelişmiştir.

Avrupa
Avrupa da nüfus dağılışının gayrı muntazam olduğunu görüyoruz. Ancak bu kıtada kalabalık nüfuslu sahaların sınırı Asya da ki gibi keskin değildir. Keşif bölgelerden az nüfuslu yerlere doğru 50 inci kuzey paraleli boyunca hemen hemen kesintisiz olarak Urallara kadar uzanmaktadır. Bunun dışında birkaç yerde az veya çok geniş sahalar kaplayan keşif nüveler mevcuttur. Yüksek sıradağlar nüfus dağılış haritasında beyaz şeritler halinde görülmekte 60. kuzey paralelinin kuzeyinde kalan sahalar kutba doğru ilerledikçe tenhalaşmaktadır.

Kalabalık nüfuslu şeridin başlangıcı İngiltere’nin ortasında penin sıradağlarının iki tarafında bulunur. Buralarda zengin kömür yatakları mevcuttur. Bu sebeple bu bölge Avrupa’nın endüstrileşmeye ilk başlayan sahası olmuş bu günde bu sahanın en ileri yerleri olmak vasfını kaybetmemiştir. Penin bölgesinde demir çelik endüstrisinin hemen her kolu yünlü ve pamuklu dokuma endüstrisi en fazla göze çarpan endüstri kollarıdır. Bu sahada yaşayan insanların % 90 ı şehirlerde toplanmış ve geçimini endüstri ve ticarete bağlamıştır. Nüfus yoğunluğu 1500 i bulan yerler vardır
.
Penin bölgesindeki kalabalık nüfus sahası bir taraftan güneybatıya doğru uzanır.Bristol kanalının kuzey kıyılarındaki endüstri sahasını kaplar.Diğer taraftan güneydoğuya doğru ilerleyerek Londra havzasına ulaşır.Londra havzasının kalabalık bölgesi,güneyde Manş denizi kıyılarına kadar yayılır.Bu havza,bilhassa kömüre ve diğer hammaddelere ihtiyacı az olan daha çok bilgi ve yüksek teknik ile fazla değerlendirilen maddelere istinat eden endüstri kollarına sahiptir.Kimya ve elektrikle işleyen aletler endüstrileri gibi.Ayrıca Londra,İngiltere de ticaretin en fazla gelişmiş olduğu bir şehir,büyük bir antrepo limanı,siyasi ve kültürel bir merkezdir.Bütün bu sebepler Londra havzasına çok sayıda insanın toplanmasına sebep olmuştur.

İngiltere de demir ve kömür çıkarılan ve maden endüstrisinin geliştiği New Castle çevresi ile İskoçya’da Lowlandbler orta İngiltere derecesinde kalabalık yerlerdir.
İngiltere’den başlayan kalabalık saha,Manş denizi üzerinden Avrupa’ya geçer,Fransa’nın kuzeyini Belçika ve Hollanda’yı kaplar.Buralar,yer altı zenginliği önemli,tarım ve hayvancılığı ileri,endüstri ve ticareti gelişmiş sahalardır.Ortalama nüfus yoğunluğu 320 civarındadır.
Kalabalık saha daha doğuda Almayanın Ruhr havzasına ulaşır.Burası,bu ülkenin en Kalabalık yeridir.kilometre kareye isabet eden sayısının 1200 ü bulduğu Ruhr havzasında nüfusu 100.000 i aşan büyük endüstri şehirleri kısa mesafede yan yana sıralanmışlardır.

Ruhr havzasından sonra kalabalık sahanın ikiye ayrıldığı görülür.Biri Ren nehri boyunca güneye uzanır.İsviçre yaylasını kaplar ve Ren nehrini takip ederek Fransa ya geçer.Gittikçe incelmek ve yoğunluğu azalmak suretiyle Akdeniz kıyılarına ulaşır.”Buralarda Avrupa’nın belli başlı endüstri sahalarıdır.Diğeri orta Almanya üzerinden geçerek Silezya ve Çekoslavakyadaki Bohemya hazasına,Güney Polonya üzerinden doğuya doğru ilerleyerek Karpatların kuzeyinden Ukrayna ya ulaşır.Bu saha çeşitli madenler çıkarılan,endüstri bakımından gelişmiş,zengin toprakların mevcudiyeti ve tatbik edilen metotların mükemmel oluşu gibi sebeplerle tarımında çok ilerlemiş olduğu yerlerdir.bütün bu sebeplerle buralara toplanmış olan insanlar nüfus yoğunluğunun 100 ün üstüne çıkmasına sebep olmuştur.
Ukrayna’dan sonra,kalabal9ık nüfus şeridinin genişlediği buna mukabil yoğunluğunu kaybetmeye başladığı görülür.İnsanların buralarda fazlaca toplanmış olmasının sebebi zengin kara toprakların mevcudiyetidir.Yoğunluk daha çok tarıma dayanmaktadır.

İlerde işaret edildiği gibi,Avrupa da bu Kalabalık nüfuslu şerit dışında yer yer görülen nüveler mevcuttur.Bunların en önemlisi Po havzasında bulunur. Po havzası zengin toprakları ve elverişli iklimi sebebiyle,tarımın çok geliştiği,yer yer dokuma ve maden endüstrisinin önem kazandığı bir bölgedir.hayvancılık ileridir.çeşitli geçim kaynakları olan bı havzada nüfus yoğunluğu 250 yi bulmaktadır.yarımada üzerinde Napoli çevresi ile Sicilya adası,İspanyada Barselona ve Nürsiya şehirleri yakınları,Biskaya körfezi kıyıları,Portekiz in kıyı kısımları çeşitli geçim kaynakları olan kalabalık nüfuslu yerlerdir.

60 ıncı kuzey paralelinden daha kuzeyde kalan sahada nüfus çok azdır.buralarda kışlar uzun sürer,soğuklar şiddetli ve geceler uzundur.Yaz hem kısa hem de serindir.Tarım hemen hemen imkansızdır.Bu sahanın devamlı sakinleri,kıyılarda balıkçılık,iç kısımlarda madencilik veya ormancılıkla uğraşırlar.Narvik.Tromsc,Golivara,Kiruna önemli fakat küçük yerleşme noktalarıdır.Avrupanın bu kısmında en canlı yer Kola yrımadası üzerinde bulunan Murmansk ‘dır.

Avrupa’da dağlarda az nüfuslu yerlerdir.Buralarda yükseldikçe iklim şartları değişir,sertleşir,tarım imkanları azalır.Ulaşım güçleşir.Bütün bu şartlar netice itibariyle yaşamayı zorlaştırır.Dağlarda devamlı iskan sahasının yüksekliği güneyden kuzeye çıkıldıkça azalır.Alplerin güney yamacında 1850 m. ye kadar yükselen bu saha kuzeyde 500 m ye ancak çıkar.dha yüksek yerler,yalnız yazın çıkılan muvakkat iskan sahaları teşkil eder.nüfus dağılış haritasında Alpleri ,Karpatları, Prenelerive Apeninleri beyaz şeritler halinde görmek mümkündür.

Avrupa da az nüfuslu sahalardan bir diğeri de bataklıklardır.rusyanın batısında bulunan ve geniş bir saha kaplayan Pripet bataklıkları,haritada kalabalık yerler ortasında beyaz bir leke halinde görülmektedir.

Rusyada kara topraklar bölgesinde Hazar denizinin kuzey kıyılarına doğru gidildikçe nüfus yoğunluğunun hızla azaldığı görülür.buraları,yağışın son derece azalığı,bu sebeple tarımın imkansızlaştığı birkaç bin kırgız ve Kalmuk un göçebe halinde yaşadığı seyrek nüfuslu yerlerdir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

NÜFUS COĞRAFYASI

Mart 24, 2008 at 11:16 am (COĞRAFYA)

NÜFUS COĞRAFYASI
Nüfus coğrafyası,insanların yeryüzündeki dağılımın tasvirini, toplam nüfusun meydana getiren kütlelerin ve hareketlerin çevreleriyle ilişkileri bakımından (ekoloji) analizini kaplar
Coğrafyacının elinde nüfus coğrafyasının analizini yapmak için iki usul vardır.Birinci usulde istatistik bilgilere dayanarak hazırlanan dağılıma haritalarının analizi yapılır.Her çevrede her biri sabit bir insan topluluğunu temsil eden noktaların bulunduğu bu haritalar en keskin ve en doğru bilgiyi elde etmeyi sağlar ve gerçeğin somut görüntüsünü yansıtır.Gerçekten bu haritalarla gözlemci arsında pek az yoruma ihtiyaç vardır.Analizi daha ilerletmek için nüfus yoğunluğu kavramı,yani belirli bir arazideki nüfus ile bu arazinin km2 veya mil2 cinsinden ifade eden yüzeyi arsındaki ilişki hesaba katılır. Böylece ,nüfusun dağılımını etkileyebilecek faktörlerden olan yüzey farkları ortadan kaldırılmış ve farklı büyüklükte arazileri kıyaslama imkanı elde edilmiş olur. Nüfus yoğunluğu haritalarını kullanımı her şeyden önce kabul edilen bir kalıba ve uzlaşmaya göre incelenen toprağa ,nüfusun düzenli olarak dağıldığı kabul edilir. Bu uzlaşma aslında keyfi bir uzlaşmadır. Bu yüzden nüfus yoğunluğu kavramı sık sık tenkide uğrar. Hesaba temel olan yüzeylerin tanımı da uygulama zorluklarını ortaya çıkarır.(Geniş göllerin ve ormanların dahil edilmesi gibi).Hiçbir alan çok küçük olsa bile kesinlikle homojen sayılamaz.Bununla beraber nüfus yoğunluğu kavramında vazgeçmek imkansızdır.Hareket noktası olarak ele alınan alanlar ne kadar sınırlı dolayısıyla da az farklı olursa yanılma ihtimalleri de o kadar azalır. Sonuç olarak diyebiliriz ki nüfus yoğunluklarını incelemenin bilimsel bir değeri vardır. Fakat bu inceleme bizi hiç bir zaman mutlak değerleri göz önünde bulundurmaktan alıkoymamalıdır.
Yoğunluk haritaları ekumenenin kesinliği ortaya koyar. Mutlak çöl denilen boş alanların sayısı pek azdır. ama nüfusun km2’ye 5 kişiden az olduğu nispi boşluklar (Ekvator ormanı, çöl ve yarı çöl yaygındır). Bazı yerler ise insanların büyük bir kısmının aşırı toplaşma alanlarıdır. Musonlar Asya’nın her yerinde kır nüfusu yoğunlukları çok yüksek sayılara ulaşmış km2’ye 1000 kişi modern sanayide çok yoğun nüfus toplaşmalarına yol açmıştır. (Avrupa’nın kuzeyi, ABD’nin kuzey batısı) en yüksek sayılar büyük şehir merkezlerinde görülür. Bu şehirlerin merkezlerinde hektar başına ortalama yoğunluk 300 kişinin üstündedir. Büyük blok apartmanların bulunduğu semtlerde bu sayılar daha da artar. Mesken ve iş yeri ayrımı bakımından, bu durumdan, bir gece, birde gündüz için yoğunluk hesaplamak gerekir.
Yer yüzünün farklı coğrafi görünümler kazanmasında rol oynayan dünya nüfusu, 20.yy’ın 2. yarısından daha önce tahmin edilmeyen bir hızla artmıştır. 1800 ile 1930 yılları arasında bir milyar daha eklenmesi 130 yıl geçmesi gerektiği halde, bu gün bir milyar daha eklenmesi için 11 yıl daha yeterli olacaktır. Dünya nüfusu 1960 yılında üç milyar iken bu gün 6,2 milyar sınırını açmıştır. bu veriler dünya nüfusunun hızla arttığını işaret ettiği halde, hiç bir şekilde ne değişen yaşam koşulları hakkında ne de nüfus artışının kaygılanılacak bir sebep mi olduğu hakkında bir bilgi vermemektedir.

NÜFUS TARİHİNİN ORTAYA KOYDUĞU OLGULAR
Nüfus tarihinin ortaya koyduğu olgular bütün canlı türlerinde olduğu gibi doğum ve ölüm oranına göre hareketlerine;ama aynı zamanda da bütün bu olayları etkileyen ve evliliği ,aile yapısını tanımlayan medeniyete bağlıdır. Açıklama faktörleri ,coğrafi çevrenin sağladığı çağlara göre değişen hayat şartlarındadır. Mesela nüfus değişimlerini açıklamak için kısmen iklim değişikliklerinden de yararlanılmıştır. Geleneksel olarak basın kaynaklarının bolluğu ve azlığı üstünde de durulmuştur. 17yy’ın sonunda Malthus, insanların besinlerinden hızlı çoğalmasını ,sonunda büyük bir kıtlığa sebep olacağını söylemiştir. Ancak sanayi devriminin yaşanması Malthus’un bu teorisini çürütmüştür. Bununla birlikte gelişmenin tek faktörü sanayi devrimi değildir. İnançlarına çeşitli menfaatlerine bağlı olarak hareket eden insanlar ne bütün besinlerden yararlanmış ne üreme iç güdüsünü serbest bırakmış nede bütün çocukları yetiştirmeyi kabul etmiştir. İnsanlığın bütünü ile ele alınınca ,aslında halklar, devletler, sosyal sınıflar ve medeniyetler diye bölünmesi ,tarihin gerçek anlamına yitirmesine neden olur. Bir takım teknik imanları , iktisadi ,sosyal , akli yapıları, gelenekleri ve dinleri kapsayan medeniyet hem basın kaynaklarının ,işletilmesini ,hem arzulanan nüfus yoğunluğunu hem de yaşama seviyesini etkiler. Yani nüfus durumu medeniyetleri bir birini takip edişini tamamlamaya , gelişmelerini veya gerilemelerini desteklemeye , rekabetlerini etkilemeye katkıda bulunur.
Tarih öncesi insanların menşei meselesi , ilk insanların sayısı ve coğrafi dağılımı meselesin ortaya koyar öte yandan tarih öncesi acısında demografi çok büyük zorluklarla karşılaşır. İskelet ve atölyelerin incelenmesi ile çağlara göre nispi bollukları, besin kaynaklarının incelenmesi birtakım varsayımların ortaya atılmasını imkan verir.
Karşılaştırmalı tarih bu günde yaşayan ilkel kavimlere dayanarak bu varsayımları kesinleştirmiştir. Bu metoda baş vurarak devşirmecilik avcılık ve balıkçılıkla geçinen halkların nüfusu anlaşıla bilir, Paleo coğrafyada buzullaşma bölgelerini ve değişiklerini toprakların ve flora’nın cinsini belirleyerek insanların yaşamasına ve gelişmesine elverişli veya karşı faktörleri ortaya koyar. Bütün bunlardan çıkarılarak sonuç insan sayısının o devirlerde az olduğu ama buna rağmen çok erken tarihlerde bütün kıtalara yayıldıklarıdır.
Taş devriyle birlikte besin terimi ve gerekli hayvanların evcilleştirilmesi , bazı bölgelerde çok önemli bir düzelmeye yol aştı. Tarihten sonra halklar toprağın niteliğine göre hiç değilse bir kaç yıl için yerleşik yaşaya bildiler. Gelir kaynaklarının değişikliğine daha iyi katandılar. Ölüm oranı azaldı ortalama ömür uzadı. Nüfus yoğunluğu çoğaldı Hindistan,Güneydoğu Asya ,Kuzey Afrika gibi bazı bölgeler bunu ortaya koyar. Aynı zamanda teknik gelişmeler daha çok inasnın bir arada yaşamasını sağladı. Ama bu durum nüfusun her yere düzenli bir şekilde dağıldığı anlamına gelmez. Nüfus tarihinde de duraklama ve gerileme dönemleri vardır. Bunların bir çok fiziki ve sosyal sebepleri vardır.
4.bin yıldan itibaren sulama tesislerinin kurulması sulanacak kesimlerin seçilmesi büyük insan topluluklarının bir araya gelmesine ve bir takım siteler kurmalarına yol açtı. Bu durum Mezopotamya’da, Nil vadisinde, İndus ve Sarı ırmak ovalarında görülür. Böylece eski çağ medeniyetlerinin doğduğu imtiyazlı bölgeler meydana geldi.Bu sayılan bölgelere çok yakında Orta Amerika’da katıldı.
Eski çağ siyasi ve sosyal teşkilatlanmanın yanı sıra medeniyetin daha karmaşık hal almasıyla yeni gelişmeler geçiren nüfus, el sanatları ve ticari mübadelelerle birlikte farklılaştı. İndus bölgesinde ortaya çıkan şehir medeniyeti, daha sonra klasik eski çağın alanı olan Akdeniz bölgesinde görüldü. M.Ö 2000’e doğru Knossos’un nüfusunun 100 bin kişi olduğu hesaplanmıştır. Mezopotamya’nın M.Ö 8.yy’da nüfusunun 5 milyon kişi M.Ö 13.yy’da Mısır’ın nüfusunun 7 milyon M.Ö 4.yy’da 500 bin kişinin de Atina’da yaşadığı sanılır. Bu verilen rakamlar kesinliği arz etmez. Ancak hiç değilse nüfusun çeşitli bölgelerdeki kaynaklara ve faaliyetlere göre farklılığı anlaşabilir.
Bu gün insanlar yer yüzü karalarının yalnızca 1/5’inde toplanmışlardır. Bu demek değildir ki dünya nüfusunun yaşadığı yer küre karalarına eşit bir şekilde dağılmıştır. Bazı bölgelerde çok yoğunlaşan insanlar bazı bölgelerde ise cılızlaşmıştır. Örneğin Doğu Çin, Kore, Japonya, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, ABD, Kanada’nın Doğusu, Batı Afrika, Güney Amerika’nın kıyıları çok yoğun nüfuslu yerler iken kıtaların iç kısımları, Kuzey Amerika, Afrika, Avustralya gibi yerler seyrek nüfuslu yerlerdir.
SAYIMLAR
Nüfusun incelenmesiyle uğraşan coğrafyacıların şimdiye kadar karşılaştıkları en büyük güçlüklerden bir tanesi dünyanın farklı ülke ve bölgelerine ilişkin nüfus verilerinin gerek elde edilebilirlik gerekse nitelik bakımından bir birlerinden çok farklı olmasıdır. Gelişmiş ülkeler için çok ayrıntılı ve detaylı yapılan sayımlar, geri kalmış ülkelerde üstün körü yapılmaktadır. Bu da bu ülkeler arasındaki karşılaştırmaları zorlaştırmaktadır.
Nüfusla ilgili bilgiler sayımlar aracılığı ile toplanır. Bazı ülkelerde ise sayımlar yapılmadan nüfus kayıtları yoluyla hayati olaylar günü gününe izlenerek yapılır.
Sayım: Belirli bir zamanda bir ülke yada ülkenin iyi tanımlanmış bölgesindeki tüm kişilere ilişkin demografik, ekonomik, toplumsal verilerin, toplanma, değerlendirme, analiz edilme ve yayınlanma işlemlerinin tümüne birden sayım denir.
İlk modern sayımlar Fransız ve İngilizlerin sömürülerinde yaptıkları sayımlarla başlamıştır. 1665’de Kanada’da yapılan sayım yalnızca nüfusu saymak için yapılan belki de ilk sayımdı. İlk periyodik sayımlar ise İskandinav ülkelerinde başlamıştır. Türkiye’de ise modern sayımlara Cumhuriyet ile birlikte 1927’de başlanmıştır.
Nüfus coğrafyacıların karşılaştıkları diğer bir zorluk ise bazı yerlerde nüfusun hiç sayılmaması, bazı bölgelerde ise çift sayılmanın getirdiği karışıklıklardır. Örneğin Nijerya’da 1991 yılında nüfus 89 milyon olarak sayılmıştı fakat bu ülkede çok çeşitli etnik grupların yaşadığı 30 eyalet arasında federal hükümetten alabilecekleri parayı dengelemek için nüfus sayılarıyla oynanmış ve nüfus 25 milyon aşağıya çekilmiştir.
Sayımlarla ilgili sorunlar arasında yapılacağı yıl aralıklarının bozulması da önemlidir. Savaşlar nedeni ile bozulabilen bu aralıklar, ekonomik ve siyasi sebeplerle de bozulabilir. Örneğin Çin’in nüfusunu saymak için 15 milyon kişinin görev yapması bu sorunu gözler önüne sermektedir.
Sayımlarda sorulan soruların değiştirilmesi de aynı ülkede bile olsa daha önce yapılan sayımlar arsındaki farkların araştırılmasında engel teşkil eder.

GELİŞME DEVRELERİ
Demografik geçiş: Gelişmekte olan ya da gelişmemiş nüfus artışı yüksek olan ülkelerin , nüfus artışı düşük gelişmiş ülkelerin nüfus artış hızlarını örnek alarak nüfus artış hızlarını bazı evreler halinde düşürmelerine demografik geçiş denir.
Bu gelişme devreleri 4 evreye ayrılmışlardır:
Yüksek Durağanlık Dönemi:Sanayi öncesi, geleneksel hayatın hüküm sürdüğü bir dönemdir. Yüksek doğurganlıkla beraber tıbbi yetersizliklerden dolayı yüksek ölümler göze çarpmaktadır.
İlk Yayılma Aşaması: Yine yüksek doğurganlık vardır.Ama sağlık koşullarının biraz iyileştirilmesi nedeniyle ölüm hızı düşmüştür. Bu arada gıda arzının da düzelmesi nüfuıs artışına yardımcı olmuştur.
Geç Yayılma Aşaması:Bu dönemde doğurganlıkda azalmayla birlikte ölüm oranlarının da düşmesi sonucunda nüfus artışı önemini korumaktadır. Sanayileşme ve modernleşmeyle beraber tarımda daha az iş gücüne ihtiyaç duyulmuştur.
Bunun sonucunda ise şehirlere göçler yavaş yavaş başlamıştır. Eğiti düzeyi yükselmiş ve daha az çocuk sahibi olma arzusu ile nüfus artışı devam etmiş ancak hızı düşmüştür.
Düşük Durağanlık Dönemi:Bu dönemin genel özelliği; düşük ölüm oranları ,düşük nüfus artışı, düşük doğurganlık ile kendini belli eder. Bu dönemde sanayileşme ön plandadır. Geleneklerden neredeyse vazgeçilmiştir.Nüfusun üçte ikisi şehirlerde yaşarken yalnızca üçta biri tarımla uğraşmaktadır. Kadınlar iş hayatına atılmış anneliklerini ikinci plana atmışlardır. Bu tür toplumlarda sıfır nüfus artışı yaşana bilir. Bu gelişmelerin seyri Kanada, A.B.D, Japonya ,Avusturalya ve Yeni Zellanda’da görülmüştür.

NÜFÜS ARTIŞI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER
Malthus Teorisi : Malthus teorisinde iki ana ilke vardır .Birinci ilkede herhangi bir kontrol olmazsa nüfus potansiyel olarak geometrik oranda büyüyecek ve her 25 yılda bir,iki misline varacaktır.
İkinci ilkesinde ise en uygun koşullar altında bile araziden elde edilen üretim en çok aritmetik oranda artacaktır.
Karl Marx Teorisi: Karl Marx ise nüfusun hiç bir tehlikesinin olmadığını , ancak elde edilen ürünün tekbir kişinin tekelinde değil de halka dağıtılması gerektiğini savunmuştur.
*Ester Boserub Teorisi: Ester Boserub bu teorisini Malthus’a karşı çıkarmıştır. O ise nüfusun tehlike yaratmayacağını, aksine nüfus ne kadar artarsa ürün de o kadar artar demiştir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

KÜLTÜR ÇOĞRAFYASI

Mart 24, 2008 at 11:14 am (COĞRAFYA)

KÜLTÜR COĞRAFYASI
Kültür coğrafyası ya da kültürel coğrafya, insanların içinde yaşadıkları fiziki çevreden çok, insan kültürlerinin vurgulandığı bir anlam içerir. Kültür coğrafyasının amacını anlamak için ilk kültür sözcüğünün ne olduğunda anlaşmak gerekir. Sosyal bilimciler ve hümanistler , bazıları dar bazıları geniş anlamda bir çok kültür tanımı öne sürmüşlerdir. Belirli bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan ve birbirine aktarılan bilgi, tavır ve davranış kalıplarının hepsinin toplamı, çevrenin insan tarafından meydana getirilen kısmı olarak alınırken coğrafyacı Haris kültürü “bir nüfus ya da toplumun öğrenilmiş düşünce ve davranış özellikleridir” diye tanımlamıştır.
Kültür sözcüğü birçok etilde gerçek anlamında kullanılmaz ve bu yüzden de karmaşıklığa yol açar. Örneğin “kültürlü” bir insandan söz edilirken mü­zik ve sanatta en yüksek zevklere sahip, iyi okumuş, iyi eğitim görmüş, için­de bulunduğu toplumda “en iyi” davranışların ne olduğunu bilen birisi kaste­dilir. Fakat toplumbilimciler arasında kültür deyiminin bir toplumun yalnızca müzik, edebiyat ve sanatını değil, aynı zamanda onun yaşam tarzının tüm yanlarını giyim kuşamı, günlük yaşama alışkanlıkları, gıda tercihleri, evle­rinin mimarisi, çiftlik ve tarlalarının şekilleri, eğitim, yönetim ve yasal sistemlerini de ifade ettiği kabul edilmektedir. Böylece, kültür, bir halkın yalnızca yaşam biçimi mozaiğini yansıtan değil, aynı zamanda egemen değer ve inançlarını da ayırt eden ve bunların tümünü kapsayan bir kavram olmaktadır.
Kültür dinamiktir; her nesil miras olarak devraldığı kültürü değişime uğ­ratır ve ona yeni öğeler ekler. Kültür coğrafyası da, böylece, kültür grupları ve toplumun mekânsal işleyişi bakımından mekânsal çeşitliliklerini inceler; dil, din, ekonomi, yönetim ve diğer kültürel olguların bir yerden diğerine de­ğişme ya da aynı kalma yollarının tasvir ve analizi üzerinde durur. Kültürler insan grupları tarafından yaratılıp biçimlendirdiğinden, kültürel coğrafyacı­lar da zorunlu olarak insanlarla bir bütün halinde ilgilenmek durumundadır­lar. Sonunla birlikte, birey olarak insanın kültürel bakımdan önemsiz ve güçsüz olduğu yanlışına da düşmemek gerekir. Bir kültür, her şeyden önce, kendi üyelerini belirli şekillerde davranmaya zorlayan bir organizma ya da karşı konulamaz bir güç değildir. En temel düzeyde kültür, birbirleriyle te­mas halindeki insanlar, yani halk, demektir; birey de, bu nedenle, diğerle­riyle paylaştığı kültürü potansiyel olarak değiştirme gücüne sahiptir. Kısmen bu yüzden, değişini her zaman varolan önemli bir kültürel olgu olagelmiştir. Kültürün coğrafyacılar için olan çekiciliğini antropologlar, tarihçiler ve sosyologlar da paylaşırlar. Coğrafyacıların kültüre olan bakış açıları zaman zaman başka sosyal ve beşeri bilimcilerinkiyle üst üste binebilir. Bu durum­da hile coğrafyacıları kültürü inceleyen diğer bilim alanlarında çalışanlardan ayıracak bir odak noktası ortaya koymak mümkündür. Bu odak noktası da, kültür coğrafyacılarının, kültürün ve toplumların mekânsal farklılıkları ve fonksiyonlarıyla olan ilgisidir. Coğrafyacılar gerek beşeri gerekse çevresel her tür mekânsal kalıbı gözlemlemek üzere eğitilirler. Bu yüzden de kültür­deki mekânsal çeşitlilikleri tasvir etme ve yorumlamada özellikle yeterlidir­ler. Coğrafyacılar kültürlerdeki farklılık ya da benzerliklerin karmaşık güçlerin işleyişi sonucu oluştuğunu kabul ettikleri için de kültürdeki mekânsal kalıp­ların ortaya çıkardığı soruları açıklığa kavuşturmanın kolay olmadığını bilirler.
Kültürü etkileyen güçlerin karmaşıklığı tarım coğrafyasından alman bir -örnekle canlandırılabilir: Dünyada buğday dağılışını gösteren bir haritaya bakıldığında, Avustralya’da önemli buğday üretim alanları görülürken. Afri­ka’da görülmez; A.B.D.’nde geniş buğday kuşakları varken, Brezilya’da yoktur; Çin’de varken. Güneydoğu Asya’da yoktur. Bu mekânsal kalıbın ne­deni nedir? Kısmen iklim, yer şekli ve toprak gibi çevresel faktörlerdir: Bazı bölgeler buğday tarımı için fazla kurak, diğer bazıları da çok eğimli ya da verimsiz kalmaktadır. Gerçekten de, buğday tarımı ile orta kuşak iklim ko­şulları, düz arazi ve iyi toprak arasında güçlü bir bağıntı olduğu zaten bilin­mektedir. Günümüzde ise bu tür fizikî faktörlere fazla önem verilmez. Artık insanlar sulama, ısıtma ya da seralar yoluyla ya da yeni, dayanıklı buğday türleri geliştirerek iklimin etkilerini ortadan kaldırabilmekte ya da değiştirebilmektedirler.
Beşeri coğrafyacı, buğdayın varlığını sürdürebilmesinin fizikî çevre kadar kültürel çevreyle de ilgili olduğunu bilir. Tarımsal kalıplar yalnızca arazi ve iklim özellikleriyle açıklanamaz. Buğdayın dağılışını, aralarında zevkler, ar­zular ve geleneklerin de yer aldığı çeşitli faktörler tayin eder. Gıda tercihleri ve tabular, çoğu kez dinsel inançlarla da desteklenerek, yetiştirilecek bitkinin seçimi üzerinde şiddetle etkili olurlar: Bazı kültür grupları, örneğin Polonya­lılar, çavdar unundan yapılan kara ekmeği tercih ederler; başka bazıları, ör­neğin Amerikan yerlileri (Kızılderililer), mısırdan yapılan ekmek yerler. Açıkça görüleceği gibi. bu tür kültür ortamlarında buğday pek o kadar parlak bir yer bulmaz. Fakat, buğday ekmeğinin tercih edildiği yerlerdeyse insanlar uygun olmayan fizikî koşulları yenmek için bütün güçleriyle çalışırlar. Hatta, yeni buğday türleri geliştirerek çevrenin buğday dağılışı üzerindeki etkisini iyice azaltmışlardır. İşin içine ekonomi de girdiğinde, buğday tarımı gümrük tarifeleriyle arttırılabilir ya da azaltılabilir; .kendilerinden daha yeterli durum­daki Amerikan ve Kanadalı üreticilerle rekabet edebilmek için Almanya ve öteki Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerin buğday çiftçilerini korumak üzere koydukları gümrük duvarları gibi. Ayrıca, buğday tarımı mandıracılık ya da hayvan besiciliğine göre de daha az kârlı bir iştir. Bu nedenle de buğday ba­zen, örneğin Kuzey Amerika’nın Ortabatı’sında olduğu gibi, en uygun bölge­lerde bile yetiştirilmez.
Yukarıda sıralananlar, hiçbir şekilde, buğday yetiştirmeyi etkileyen güç­lerin tamamı değildir. Fakat, bir buğday dağılış haritası itici ve çekici birçok faktörü açıkça yansıtabilecektir. Yalnızca buğdayın dağılışı değil, bütün kül­türel elemanların dağılışı çekici ve itici faktörlerin sürekli karşılıklı etkile­şimlerinin bir sonucudur.
Kültür fikrinin coğrafi sorunlara uygulanması hususunun çekirdeğini, Philip Wagner ve Marvin Mikesell (1962), birbiriyle ilişkili beş ana konunun oluşturduğunu ileri sürmüşlerdi: (l)Kültür, (2)kültür alanı, (3)kültürel coğ­rafi görünüm ya da kültürel mekân, (4)kültür tarihi, ve (5)kültürel ekoloji. Oldukça benimsenen bu bakış açısına uygun olarak, kültür coğrafyasına, aşa­ğıda, beş kavram ya da konu başlığı altında yaklaşılacaktır: Kültürel yayıl­ma, kültürel ekoloji, kültürel bütünleşme, kültürel coğrafî görünüm, kültürel coğrafi geçmiş ve kültür bölgeleri. Bunlar, kültürel coğrafyadaki birçok ba­kış açısından yalnızca birisini temsil etmektedirler. Ancak, kültür coğrafyası­nın anlaşılmasında yararlı bir bakış açısı oluşturabilirler.
Bir kültürün doğduğu yere o kültürün kaynak alanı, yani kültür ocağı de­nir. Tarih boyunca, giyim-kuşam, beslenme, dil, müzik ve mimari gibi kültü­rün çeşitli özellikleri bu ocak alanlarından çıkıp yayılmış ve başkaları tara­fından da benimsenmiştir. Bu olguya kültürel yayılma denirken, bir başka kültürün bazı yanlarını benimseme olgusu da kültür edinmedir. Bir grubun başka bir kültürden çok fazla etkilenerek artık ondan ayırt edilemez hale gel­mesi olayı ise asimilasyon olarak anılır. Bir kültürün egemen olduğu bütün bir alan ya da bölge ise, bu bölümün sonunda küresel ölçekte ele alınacak olan, kültür alemidir. Kültürler üzerinde başka birçok kültürün dışarıdan bas­kısı vardır. Coğrafyacılar fikirlerin, tekniklerin, aletlerin ve başka değişim ajanları ve unsurlarının bir kültür ocağından (yeniliğin meydana geldiği yer) başka alanlara nasıl yayıldığıyla ilgilenirler,. Başka sözcüklerle, insanların daha önce ihmal edilmiş ya da onların tanıdık olmadıkları fikir ve nesneleri benimseme (belki de değiştirerek) ve kullanmaları olan “fikir ya da nesnele­rin mekânsal yayılma süreci” ile uğraşırlar.

KÜLTÜREL YAYILMA
Türü ya da sınırlandırma yöntemi ne olursa olsun, dünyanın kültür bölgeleri insanlar arasındaki temas ve iletişimin sonucunda ortaya çıkmışlardır. Başka sözcüklerle, bunlar kültürel yayılmanın -yani, fikirler, yenilikler ve davra­nışların- mekânsal genişlemesinin ürünüdürler. Şekil 8’in de gösterdiği gibi, her bir kültür elemanı bir ya da daha çok yerden çıkar ve etrafa yayılırlar. Bazı yenilik dalgaları yalnızca bir kez vuku bulur; bu yüzden de coğrafyacı­lar bir kültür elemanını tek bir çıkış noktasına (kültür ocağına) kadar izlemek durumundadırlar. Başka bazı durumlarda bağımsız icatlar meydana gelebilir. Aynı ya da birbirine benzer yenilikler başka başka yerlerde başka başka anlar tarafından birbirinden habersiz geliştirilmiş olabilir. Kültürel yayıl­ma -bir alanda fikirlerin ve yeniliklerin ortaya çıkması ve yayılması- kültür-coğrafyasında çok önemli bir konudur. Yayılmanın incelenmesiyle, coğrafyacı, kültürün mekânsal kalıplarının nasıl bir gelişme izlediğini anlayabilir. Coğrafyacı Cari Sauer kültürel yayılma konusunu çalışmalarında ince ince işlemiştir.
Herhangi bir kültür, çıkış noktasından yayılarak geniş bir alanı kaplayan hemen hemen sonsuz sayıdaki keşif ya da yeniliğin ürünüdür. Bu yenilikler­den bazıları binlerce yıl önce meydana gelmişken, bazıları da çok yakın za­manlara aittir; bazıları çok yayılmışken, bazıları yalnızca çıkış noktasında kalmıştır. Yeniliklerin yayılmasına Ralph Linton’dan yapılan aşağıdaki alıntı çok güzel bir örnek oluşturmaktadır:
Kültürel yayılma olayı insanların, malların ve fikirlerin taşınması yoluyla vuku bulur. Sauer (1952: 1969) bu süreç üzerinde, özellikle tarımsal gelişme ve değişimlerin kökenleri ve yayılmasını ele alarak, çok durmuştur. Hemen hemen aynı tarihlerde (1953) coğrafyacı Torsten Hâgerstrand’ın istatistik tekniklere ve modellere dayanan çalışmaları (1962:1967) ise yeniliklerin ya­yılması konusundaki araştırmalara öncülük etmiştir. Hâgerstrand, çeşitli ya­yılma türleri olduğunu kabul etmektedir. Başlıca iki tanesi ise (1) “genişleme yayılması” ve (2)”yeniden yerleşim şeklinde yayılma’ ya da “sıçrama şeklin­de yayılma”dır.

Genişleme Yayılması
Bu tür bir yayılmada bir yerden doğrudan komşu alana yayılma söz, konusu­dur. Bu tür yayılmada fikirler, bir nüfusa, bir alandan diğer bir alana, fikirleri bilenlerin toplam sayısı ve yayılma alanı iyice genişleyene kadar kartopu şeklinde yayılır. Genişleme yayılması kendi içinde de alt bölümlere ayrılabi­lir: Uyarıcı yayılma, kesintisiz (bitişik) yayılma ve hıyerarşik yayılma gibi Bütün fikirlerin çeşitli nedenlerle herkes tarafından hemen benimsenmesi mümkün değildir; ancak bu da onların etkisiz oldukları anlamına gelmez Hu yüzden de fikirler önemli bir kişiden bir diğerine, bir şehirsel merkezden bir diğerine, zaman zaman aradaki diğer kişiler ya da kırsal alanları atlayarak yayılırlar -buna uyarıcı yayılma denir. Örneğin, sanayileşme fikri ilk başta sanayi-öncesi toplumlara hemen aktarılamamış fakat yerel imalat faaliyetlerindeki makineleşme girişimlerini teşvik etmiş, uyarmıştı. Bunun tersine, kesintisiz yayılmada, aynen hastalıkların yayılması gibi, hiyerarşi olmaksızın hu alan ya da nüfus içinde fikirlerin hemen en yakın alandan başlayarak, dalga lar halinde genel olarak yayılması söz konusudur. Bazen özel bir durum reddedilebilir ama ana fikir benimsenmiştir. Hiyerarşik yayılmanın örnekleri ise her gün gözümüzün önündedir: Yeni bir saç ya da elbise modelinin, müzik parçalarının, hatta FAX makineleri, internet ve başka teknolojik gelişmelerin, bun­ların merkezi olan büyük dünya şehirlerinden başlayıp diğer ülkelerdeki daha küçük şehirlere ve diğer yerleşmelere yayılması gibi. Bu tür yayılma dünyanın her tarafının günümüzde birbirine nasıl bağlandığını ortaya koymaktadır.

Sıçrama Şeklinde Yayılma
Bir fikrin yenilik merkezinden çıkıp yayılması bir su havuzuna taş atmaya benzetilebilir; sudaki birbirini izleyen halkalar fikri ya da uygulamayı zaman içinde benimseyen birbirini izleyen alanları temsil ederler. Bu benzetmeden yüründüğünde, bir havuza atılan taşın düştüğü noktadan itibaren halkaların giderek zayıflayan bir şekilde etrafa yayıldığı görülür. Aynı şekilde, kültürel yeniliklerin benimsenmesinde de mesafeyle birlikte azalma izlenir. Bir yeni­lik en çok, çıkış noktasına en yakın olan yerde kabul görecektir. Bu kavrama “mesafenin bozucu etkisi” denir. Zamanın bozucu etkisi gerçekten de yayıl­mada bir diğer faktördür: Yeniliklerin etrafa yayılması gittikçe daha uzun za­man alır. Benimsenmenin mesafeyle birlikte azalması kadar zamanla da azal­ması söz konusudur; buna da coğrafyacılar zaman-mesafe bozulması derler.
Bir yeniliğin zaman ve mesafeye bağlı “doğar olarak zayıflama ya da bozulmasına ek olarak yayılmayı geciktirici engeller de vardır. Bu engeller hem çevresel hem de kültürel-toplumsal ya da idari ‘rabu’hr ve kısıtlamalar şeklinde olabilirler. Çevresel engeller dışarıya doğru yayılmaya düzenli ola­rak müdahale edebilir, en azından yayılma hızını yavaşlatabilirler. Doğal olarak, büyük bir çöl, bir okyanus ya da büyük bir dağ sistemi bir engel ola­rak işlev görebilir. Eskimolara buz satma şakasındaki satıcının yeteneği, ye­niliklerle çatışma halinde olan çevresel engelleri kırmaktır. Keza. yeni bir fikrin ya da aletin ortava çıktığı alana bitişik alanda yaşayan kültür grubu, en basitinden, bunu kabul etmeyi reddedebilir. Onların bu yeni fikir ya da tek­nolojiyi, sebep ne olursa olsun reddetmeleri, çıkış noktasından çok daha uzakta olan grupların kabul edip etmemeyi düşünme şanslarını bile ortadan kaldırmakta ya da geciktirmektedir. Bu yolla, bir kültür grubu yeni bir şeyin yayılmasına karşı bir sınır görevi görmüş olur. Herhangi bir kültür grubu da yeni bir fikirle yalnızca ilgilenmiyor olabilir; ya da kendi isteğiyle, yalnızca “yabancı” olduğu için de bunu reddedebilir. Veya, doğru ya da yanlış, bu ye­nilikte kendi toplum yapısını temelinden değiştirme olasılığı görebilir. Bu konuda ters bir örnek olarak. Almanya ya da diğer Avrupa ülkelerinde ça­lışan Türk işçileri de verilebilir. Bu örnekte söz konusu ülkelerin kültürleri sıçrama yaparak Türkiye’ye gelmemiş, özellikle Anadolu’dan çok sayıda Türk, ”sıçrama yaparak” başka kültürlerin içine gitmişlerdir. İstanbul’u bile görmeden ya da büyük bir şehir kültürüne belli bir yakınlık sağlamadan, po­püler kültürün en gelişmiş olduğu alanlara giden bu insanların çoğu, içinde yaşadıkları kültüre direnmişler ve kendilerini tamamen değiştirmesine izin vermemişlerdir.
Emici engeller ise daha da ilerlemesine meydan vermeden, yayılmayı tamamen durdururlar. Örneğin hükümet reddettiği için. “apartheid” (ırk ayırı­mı) döneminde televizyonun yıllarca Güney Afrika Cumhuriyeti’ne girmesi engellenmişti. Ülkenin sınırları, bu nedenle emici bir engel görevi yapmıştı. Daha sık rastlanan durum, engellerin geçirimi! olmasıdır; yenilik dalgasının kısmen içeri geçmesine izin verilir; fakat etkisini zayıflatmaya ve sürekli ya­yılışını geciktirmeye çalışılır. Fransız hükümetinin yapımı konusunda yasak­layıcı bir tavır almadığı, Paris yakınlarında inşa edilen eğlence merkezi EuroDisneyland (şimdi adı Disneyland Paris) de buna hır örnek olarak veri­lebilir: Fransız entelektüellerinin olumsuz kültürel etkiler yapacağı kaygısı taşıdıkları, zamanın Fransız Kültür Bakanı’nın açılışına katılmadığı, Euro Disneyland bir “kültürel Çernobil” olarak nitelendiği halde, hem inşaatı ger­çekleşmiş hem de ayakta kalmıştır (anık en büyük ortağı da bir Arap işada­mıdır: Disneyland’lar hakkında bakınız: Özgüç 1998a).
Bir toplumun komşularından tam anlamıyla yalıtılmış olamayacağı varsayı­mından yüründüğünde, farklı kültürlerden gelen yeniliklere (ister tümüyle benimseyerek, isterse değiştirilerek) bir dereceye kadar açık olma olasılığı­nın her zaman varolduğu görülür. Bu tür kültürel değişimler, oldukça küçük ve önemsiz değişiklikler şeklinde başlayıp farklı bir kültür tarafından tamamen özümsenmeye kadar varan çok çeşitli ölçeklerde meydana gelebilirler İki uç arasındaki orta ölçekli değişimlere ise kültürel bozulma ya da yozlaşma denir; burada, biri teknolojik olarak daha geri durumda bulunan iki farklı kültür arasında, daha iyi durumdakine uyum sağlamanın ağır bastığı, bir karşılıklı etkilenme söz konusudur. İki kültür arasındaki bazı bakımlardan olmayan bu etkileşme, çoğu kez, değişim ya da uyum sağlama sürecinde olan grubun geleneksel kültürünün parçalanmasına yol açabilir Buna örnek olarak, Eskinin Taş Devri kültürünün yirminci yüzyıl başlarında Batılı sanayi toplumu kültürüyle karşı karşıya gelmesi gösterilmektedir. Teknolojik bakımdan az gelişmiş, çetin çevre koşullarına iyi uyum sağlamış Eskimo kültürü bu kültür edinme süreciyle kaçınılmaz ve sürekli bir şekilde değişime uğ­ramıştı Alaska’nın kuzeyindeki çağdaş petrol işletmeciliğinin de yerli Eski­mo kültürü üzerindeki etkisi daha da çok değiştirici olmuştu.
Mekândaki herhangi bir noktada yeniliklerin benimsenmesi, üç ayrı aşaması olan, S- şeklinde bir eğriye benzetilebilir. Birinci aşama, yeniliğin ruhu henüz kavranamadığı, kazançları iyice anlatılamadığı ya da unsurları fizikî olarak elde edilemediği için, benimseme sürecinin istikrarlı takat yavaş sey­rettiği devredir. Fakat ikinci aşamada hızlı bir gelişme izlenir bir moda tarzı ya da dans akımı gibi; unsurlar geniş çapta yayılır. Yayılma, çoğu kez. mikro ölçekte komşuluk etkisi denilen, basit bir anlatımla “benimsemenin en hızlı bir şekilde ilk uygulayıcının etrafındaki küçük bir küme tarafından olacağı” anlamına gelen durumu sergiler. Bir moda akımının bir günde komşularda “örülmesiyle, birkaç gün içinde bütün mahallede aynı şeyin yapıldığı izlene­bilir. Bir yenilikle doğrudan karşı karşıya gelmek en iyi reklâmdır. Üçüncü aşama ise ikincisinden daha yavaş bir büyüme gösterir; çünkü moda geçmek­tedir ya da moda akımına maruz kalan alan artık doymuştur. Hâgerstrand’ın yayılma kavramını bazı coğrafyacılar, en çok da James Blaut (1977) eleştirilir. Eleştiriler, Hagerstrand’ın yönteminin kültürel değişkenler üzerinde yete­ri kadar durmadığı için dar ve mekanik olduğu üzerinde toplanmıştır.
Günümüzde kültürel yayılma tüketim mallan yoluyla dünyayı kasıp ka­vurmaktadır. Tüketim mallarının imali ve dağıtımında en ucuz yolun bunla­rın büyük miktarlara erişmesini sağlamak olması, birçok kültür alemini tek bir ürünün sarmasını gerektirmektedir. Tek tek kültürlerin direnmesini orta­dan kaldırmak için de tüketim malları için uygulanan kültürler-aşın reklâm ve pazarlama yolları çok çekici kültürel coğrafya soruları ortaya çıkarmakta­dır: Bazı ürünler coğrafi bakımdan bazı pazarlarla sınırlı kalırken, bazıları neden dünya çapında tanınır hale gelmektedirler? Kültürel farklılıklar kırıla­bilir mi? Coca Cola, Sony, Kodak, Levi’s gibi bazı mallar küresel yayılmayı başarmış durumdadırlar. Bu yayılma kültürel kimlikten feragatle gerçekleş­mektedir. Ancak tüketim mallarının yayılması kültürün yalnızca bir yanıdır ve her zaman bir başka kültürü tamamen benimseme anlamına da gelmez. Örneğin, dünyanın bazı yerlerinde insanlar blue jeans’i A.B.D.’ni protesto etmek amacıyla giyerler. Büyük bir çoğunluk da blue jeans’den hoşlanır; fakat bu büyük çoğunluğun A.B.D. kültüründeki her şeyden hoşlandıkları anlamına gelmez (Bergman 1996).

KÜLTÜREL EKOLOJİ
Beşerî coğrafyacıların insan ve doğaya birbirleriyle tamamen etkileşim içinde olarak baktıkları üzerinde kitabın başında geniş bir şekilde durulmuştu. Her bir kültür grubu ve bunların geliştirdikleri yaşam biçimleri fiziksel dünyanın bir parçasını işgal ettiklerinden, kültürler de, bekleneceği gibi, çevre ile etki leşim halindedirler -coğrafyacı da kültürdeki çeşitlilikleri anlamak için bu etkileşimi incelemek zorundadır. Böyle bir inceleme de kültürel ekoloji atlı­nı alır. Ekoloji sözcüğü, bilindiği gibi, organizma ile fizikî çevresi arasında-ki iki yönlü ilişkiyi ifade etmektedir. Ekoloji, Yunanca iki ayrı sözcükten türemiştir: Oikos “ev” ya da “ortam”, logia da “sözcükler” ya da “öğretiler’ demektir. Buradan yüründüğünde, oikologia da “ortam öğretisi” olarak .ıh nabilir. Kültürel ekoloji de kültürler ile fizikî çevre arasındaki neden ve etki ilişkisinin incelenmesi olmaktadır’2. Fizikî çevreden de, bilindiği gibi. iklim arazi, toprak, doğal bitki örtüsü, yaban yaşamı ve fizikî çevrenin diğer yan lan anlaşılmaktadır.
Bunlarla yakından ilişkili bir terim de beşeri ekolojidir. Bunun kültürel ekolojiyle temel farklılığı ise kültürel ekolojinin “fiziki çevre ile kültür sahih, bir hayvan olarak insan arasındaki etkileşimin incelenmesi” olması; beşeri ekolojinin de “insan nüfusunun kendi fizikî çevresi içinde kültür sahibi olmayan hayvan nüfusuyla aynı yoldan, aynı şekilde incelenmesi” olmasıdır Bazıları beşeri ekolojiyi çevreyi değiştirmede bir araç olarak insanın incelen meşine daha çok yönelmiş kabul ederler. Aslında ise, her iki terim de coğrafyacılar tarafından birbirinin yerini tutacak şekilde, hemen hemen eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Sık sık kullanılan bir başka terim de. Ekosistemdir. Bununla da, içinde biyolojik ve kültürel homo sapiens’in insanın ya ve fizikî çevreyle etkileştiği işlevsel bir ekolojik sistem kastedilmektedir. Özet olarak, kültürel ekoloji (l)çevrenin kültür üzerindeki etkisi, ve (2)insanın, kültür yoluyla, ekosistem üzerindeki etkisi olarak tanımlanabilir. Böylece de, kültürel ekoloji, insan ve çevrenin birbirleri üzerinde etki kurduğu bir “çift-yönlü sokak” olmaktadır.
Çevreci determinizm: Kitabın başında da üzerinde durulduğu gibi, on-dokuzuncu yüzyılın sonundan başlayarak yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle İngilizce konuşulan dünyada olmak üzere, birçok coğrafyacı çevre­ci determinizm doktrinine hayranlık duymuştu. Bu coğrafyacılar fizikî çevre­nin -özellikle iklim ve yer şeklinin- kültürlerin biçimlenmesinde faal bir güç olduğuna, insanın ise aslında fizikî çevrenin pasif bir ürünü olduğuna inanıyorlardı. Determinist mantığa göre, insanlar “doğanın yoğurduğu çamur”du. Bu görüşe göre benzer fizikî çevreler büyük bir olasılıkla birbirine benzer kültürler üretirlerdi. Bunun yanında da, çevreci deterministler, diğerlerinin tersine, kültürel ekolojiyi “tek-yönlü sokak” olarak görüyorlardı.
Determinist inanışla ilgili olarak kültürel coğrafyada da çok sayıda örnek vardır. Deterministler dağ insanlarının basit, geri, tutucu, haya! gücünden yoksun olma kaderlerinin arızalı arazi yapıları tarafından çizildiğine inanı­yorlardı. Çöl insanları da tek tanrıya inanacaklar fakat zalimlerin yönetimi altında yaşamaya mahkûm olacaklardı. İklim, insanın karakter ve davranışla­rını etkilediği gibi. bazılarına göre, insanların renk ve şekil gibi farklılıkları­nın da temel nedeniydi. Hatta, coğrafyada determinizmin en ateşli savunucu­larından birisi olan Huntington’a (1924) göre iklimin ”kaiıtım” üzerinde bile etkisi vardı. Orta kuşak iklim koşulları insana keşif gücü. çalışkanlık ve de mokrasi kazandırırken, fiyorttu deniz kıyılarından büyük denizciler ve balıkçılar çıkacaktı Çevreci deterministler o zamanki İngiltere’nin dünyadaki seçkin konumuna da bu gerekçe bulmuşlardı; Ülkeyi çevreleyen denizler denizciliği gerekli kılmış en uygun iklim koşulları da parlak bir yönetim ve çalışma ahlâkı yaratmıştı.
Günümüzden geçmişe bakıldığında, çevreci deterministlerin insanla ilgili konularda çevrenin rolünü aşırı abarttıkları görülmektedir. Doğal olarak bu çevresel etkinin önemsiz olduğu ya da beşeri coğrafyacıların bu etkiyi gözardı edeceği anlamına gelmez. Daha çok, fizikî çevrenin insan kültürünü etkileyen birçok güçten yalnızca birisi olduğu ve insan davranış ve inancının tek belirleyicisi olmadığını ortaya koyar.
Possibilizm: Çok daha önce (Vidal de la Blache’la) başlamakla birlikle 1930’lardan sonra yayılarak, çevreci determinizm beşeri coğrafyacılar arasındaki taraftarlarını kaybetmiş, onun yerini ise olasıcılık-possibilizm almıştı. Possibilistler. fizikî çevrenin etkisini ihmal etmezler; doğanın damgasını bir çok kültüre vurduğu gerçeğini kabul ederler. Bununla birlikte, possibilıstler kültürel mirasın insan davranışını etkilemede en az fizikî çevre kadar önemli olduğunu da vurgularlar. Possibilistlere göre, çevreden çok insan kültürün mimarıdır. Possibilistler, herhangi bir fizikî çevrenin bir kültürü geliştirme), için çok sayıda olanak sunduğunu da iddia ederler. İnsanların bir alana nasıl yerleşeceği ve onu nasıl kullanacağı, çevrenin kendisine sunduğu olanaklar arasından yapacağı tercihe bağlıdır. Bu tercihlere de kültürel miras yol göste­rir. Fizikî çevre hem olanaklar hem de sınırlamalar getirir; insan kendi ihtiyacına göre bunlar arasından tercihini yapar. Kısacası, kültür ve ekonominin yerel özellikleri, çevrenin sunduğu olanaklar çerçevesinde verilen kültürel kararların bir ürünüdürler. Kültürün teknolojik düzeyi ne kadar yüksekse, fizikî çevrenin olanakları da o kadar fazla olacak, sınırlamaları ise o kadar za­yıf kalacaktır. Bu possibilist görüş, en güzel bir şekilde kültürel uyarlanma (adaptasyon) kavramıyla açıklanmaktadır; insanların, kendi kültürleri yoluy­la, fizikî çevreye ve çevredeki değişimlere uzun dönemde uyum sağlamaları­na kültürel uyarlanma denildiği bilinmektedir. Uyum sağlama ise, mekânsal kalıplar yaratmada kültürün öneminin altını çizerek, bir kültürden diğerine değişiklik gösterecektir.
Çevreci deterministlerin önde gelenlerinden birisi olan Ellen Churchill Semple ile bir possibilist olan Mark Jefferson’dan yapılan birer alıntı, yuka­rıda ele alınan iki görüşün karşıtlığını dağ insanlarının yeteneklerine bakıştaki farklılık yoluyla açıkça ortaya koyacaktır:
Çevresel algı- Birinci Bölümde de belirtildiği gibi. her insanın fizikî çevre hakkında zihinsel imajları vardır ve belirli bir kültür grubu içinde de algılan­mış bu imajlar geniş ölçüde paylaşılır. Bu tür zihinsel imajları tasvir etmek üzere coğrafyacıların çevresel algı terimini kullandıkları bilinmektedir. Nasıl ki possibilistler belirli bir fizikî ortamda insanların farklı fırsatlar arasında seçim yapma şansına sahip olduklarını düşünüyorlarsa, çevresel algı üzerin­de duranlar da insanların yapacakları tercihlerin çevrenin gerçek karakterin den çok. algılanma şekline dayanacağı iddiasındadırlar. Buna karşılık, algılama kültür öğretisiyle renklenir. Algılamacılar. insanların çevrelerini kesin bu doğrulukla algılayamayacaklarını ve bu yüzden de verilecek kararların çarpı­tılmış gerçeğe dayandırılacağını da ileri sürerler. Bir kültür grubunun kendi fizikî ortamında neden o şekilde geliştiğini anlamak için, coğrafyacılar yal­nızca çevrenin nasıl olduğunu değil, aynı zamanda da o kültürün üyeleri,ıhı çevreyi neden öyle düşündüğünü de bilmek zorundadırlar.
KÜLTÜREL BÜTÜNLEŞME
Kültürel ekolojinin konusu olan insanla yer arasındaki ilişki geleneksel coğ­rafyanın kalbinde yatar. Bununla birlikte, beşeri mekânsal çeşitliliklerin açık­lanması bir dizi kültürel faktörün de göz önüne alınmasını gerektirir. Kültü­rel coğrafyacı, kültürün her yönünün mekânsal bakımdan birbiriyle bağlantılı -bütünleşmiş- olduğunu kabul eder. Kısacası, kültürler ilişkisiz özellikler di­zisi olmaktan çok, karmaşık bütünler; tüm parçalarının nedensel olarak birbi­rine uyduğu bütünleşmiş birimlerdir. Kültürün bir yönünün dağılışını, diğer yönlerindeki mekânsal çeşitlilikleri incelemeden anlamak olanaksızdır.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

Next page »