DEDE KORKUT

Mart 21, 2008 at 10:01 pm (EDEBİYAT)

“Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne,Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız,yine Dede korkut ağır basar”
Prof.Fuat KÖPRÜLÜ

DEDE KORKUT HİKAYELERİ(Kitabı Dede Korkut Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan )

l12.,13.,14.yüzyıllarda Anadolu’nun doğusunda; bütün bu yüzyıllar boyunca buraya gelip yerleşmiş, buralarda vatan tutmuş Oğuz Türkleri arasında yaşamış,işlenmiş ve yayılmış hikâyelerdir.
Müslüman Oğuzların Rum,Ermeni, Gürcü beyleriyle yaptıkları savaşlar, Oğuz Boylarının iç çekişmeleri ve
tabiat üstü varlıklarla yaptıkları çekişmeler anlatılır.
Kim tarafından ve ne zaman yazıya geçirildiği tam olarak bilinmemekle beraber dil özelliklerinden 15.yüzyılda yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir.

Destanın yazma nüshasında mukaddimeden sonra 12 hikâye sıralanmıştır.

Destandan hikâyeye geçiş dönemi eseridir.Bu yüzden destan ve masalın bazı unsurlarını da bünyesinde taşır.

DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE DİL VE ANLATIM

-Bu hikayede kullanılan dil 14.yüzyıl Anadolu Türkçesidir. Dede Korkut Hikâyeleri ortak İslâm medeniyeti kelimeleriyle de zenginleşen ,her bakımdan işlenmiş bir halk diliyle anlatılmıştır.

Hikâyelerde yalnız nazım cümleleri değil nesir cümleleri de sözü sazla söyleyen şifahi edebiyat geleneğine uygun bir ses güzelliği içinde musikileştirilmiş söyleyişlerdir.

Eserde nazım ve nesir karışık olarak kullanılmıştır.Hikayecinin ağzından söylenilen yerleri nesirle, heyecanlı olaylar sırasında kahramanların duygularını bildiren yerler nazımla anlatılmıştır.
örnek:
Bu üç canavar,kara yeleli,aslan kara buğra ve kara boğa imiş.otuz ikiden de fazla kafir eri ,daha boğa ile dövüşürlerken can vermişlerdi. nesir

Gümbür gümbür nakaralar döğüldü,bir kıyamet savaş oldu, maydan dolu baş oldu.
( Bamsı Beyrek Hikâyesi)

…………..
Kalkarak yerimden ben doğrulayım
Yağız al atın beline ben bineyim
Gelen kafir benimdir ben varayım
Kara çelik öz kılıcımı çalayım
Azgın dinli kafirdir başlarını keseyim
Döne döne savaşayım döne döne çekişeyim
Kılıç çalıp baş kestiğimi gör de öğren
Kara başına düşünce lazım olur
( Kazan Bey)

Dede Korkut Hikâyeleri’ne hakim nesir cümlesi, Türkçenin özne+tümleç+yüklem sıralanışındaki millî ve mantıki cümle mimarisine tamamen uygundur. Hikayelerde konuşma dilinin dinamizmi ve estetiği içinde kısa ve yalın tümceler bulunmaktadır.

Üslubu yalın açık,dile uygun,kesin fakat ihtişamlı destan üslubudur. Sözlerin çeşitli edebi sanatlarla ve en küçük bir yapmacığa düşmeksizin,milletçe alışılmış sanatlı bir söyleyişle kaynaşmış bulunması eserin üslûbundaki güzelliği artıran değerlerdendir.

Manzum parçalarda çoğunlukla on iki(4+4+4) ya da sekizli(4+4)-(3+5)daha az olarak da yedili(4+3)ve on birli(4+4+3)hece kalıpları kullanılmıştır.

Anlatımın etkisini arttırmak için kimi parçalar değişik hece kalıplarıyla da yazılmıştır
Öyküler halk ağzından söylendiği için doğal olarak konuşma diline dayanmaktadır.
Öyküler masallarda ve meddah öykülerde görüldüğü gibi kalıplaşmış sözlerle başlar ve genelde kalıplaşmış dualarla biter.
Kurguda dramatik öğe her zaman göz önüne alınmıştır.Doğa betimlemelerine özel bir yer verilmiştir.

Dede Korkut söylentilere göre Oğuz’ların Bayat boyundan Kara Hasan’ın oğludur.
Onun 9 ile 11 yüzyıllar arasında Türkistan’da Sir-Derya nehrinin Aral gölüne döküldüğü yerde doğduğu söylenmektedir.
Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu,295 yıl yaşadığı, Hz Peygambere elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında İslamiyet’i yaydığı, şair,hakim,ermiş ünvanlarını taşıdığı,Oğuz Hana vezirlik yaptığı hakkındaki rivayetlerden birkaçıdır.

Sözlü halk geleneğinde Dede Korkut ile ilgili bazı masallaştırılmış rivayetler arasında şunlar bulunur:
Kırgızistan’da Sır-Derya boyundaki bazı mezarların ona ait olduğu bildirilir ermiş sayılır
Bir menkıbeye göre Hızır Aleyhisselam’a benzetilir ve 40 yıl olan ömrü bazı faydalı işlerinden dolayı kendisi istemeden sona ermeyecek bir zamana uzatılmıştır.
Yalnız kişilere değil nesnelere de isim koyar.
Hikmet sahibi bir Pir’dir.
Ak sakallıdır.
Dede Korkut’un 100 yıl yaşadığına bazı bilgilere göre de ölmediğine inanılır.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

FARELER VE İNSANLAR

Mart 17, 2008 at 5:23 pm (EDEBİYAT)

ROMAN İNCELEMESİ

1-) Yazarın ele aldığı olay nedir?

Yazar;romanında bir tanesi zeki,diğeri ise zeka özürlü iki arkadaşın hayalini kurdukları çiftliğe sahip olmak için gerekli olan parayı kazanmak için çalıştıkları çiftlikte yaşadıkları olayları ve verdikleri mücadeleyi ve anlatıyor.

2-) Yazar olaylar içinde konulara,değerlere nasıl bakmış?Eserde bu kavramlara kendi anlamları dışında bir anlam verilip verilmediği yazarın hayal gücü araştırılacak.

Yazar olaylar içinde konulara objektif olarak bakmış ve değerleri tıpkı o olayları kendi yaşamış gibi gerçekçi anlatmıştır. Bunun yanı sıra eserinde benzetmelere ve tasvirlere ağırlık vermiştir. Bunlar yazarın hayal gücünün bir göstergesidir.

3-) Olayda merkez kişi kim ( açıklayarak ) kişi incelemelerinin eserdeki yeri nedir? ( Örnek cümlelerle ruh tahlillerini yazınız. )

Bu eserde ele alınan olayda merkez kişi olarak tek bir kişi belirtmek yanlış olur. Çünkü olayın merkezini oluşturan iki kişi var,tüm olaylar bu iki kişi üzerinde geçiyor. Bunlar ufak tefek,çevik hareketli biri olan George ve onun can yoldaşı iriyarı,suratsız,unutkan ama iyi kalpli biri olan Lennie. Yazar kişileri anlatırken kullandığı tasvirlerle okuyucunun hayal gücünü kullanıp,kafasında tam anlamıyla bir kişi oluşturmasını sağlamıştır.

örnek: “Şekilsiz suratlı,iri,açık renk gözlü,geniş fakat sarkık omuzlu kocaman bir adamdı.Lön lön yürürken ayaklarını ayılar gibi sarkıtıyordu.”

4-) Eserde açık yada gizli çatışmalar var mı? (Ruh-beden, çirkin-güzel, gerçek-şiir, şahıs-yer, iyi-kötü, zengin-fakir)

Eserin genelini açık çatışmalar oluşturuyor. Bedeni çirkin olan Lennie’nin

temiz kalbi, akıllı olan George’un,Lennie’nin yaptığı hatalarla nasıl çileden çıktığı, zengin olan çiftlik sahibi ile işçi olarak çalışan iki arkadaşın arasında geçen tartışmaları bu çatışmalar örnek olarak verebiliriz.

5-) Olay kahramanı ve kahramanlar doğayı eşyayı nasıl seyrederler.( eşya hareket halindemi? ) bazı maddeler olmayabilir. Nedenini açıkla?

Olayın kahramanları eşyadan çok doğa üzerinde dururlar.Özellikle George ve Lennie için hayalini kurdukları çiftliği düşlerken doğayı seyretmek büyük bir zevktir.

6-) İnsan yazgısı nedir? ( Tanrı,doğa karşısında açıkça pasif yada aktif bir durum alınmış mı? )

Olaylar bir çiftlikte geçiyor dolayısıyla kahramanlar süreli doğayla iç içeler. Doğanın bir parçası olan hayvanlardan da olayda sıkça söz edilmiş. Lennie ‘ nin

çiftlikte sahip olduğu yavru köpeğin ölümünü ve bu ölümün onu ne kadar etkilediğini, insanın Tanrı karşısında pasif kalması olarak alabiliriz. Çünkü insanlar gibi hayvanlarında ölümü Tanrı’nın yazgısıdır.

7-) Sosyal çevre nedir? ( Olaylar nerede, hangi zamanda geçiyor? ) örnek cümle ile açıkla.

Olaylar Salinas Irmağı yakınlarındaki büyük,etrafı yeşilliklerle dolu,geçimini hayvancılıkla sağlayan bir çiftlikte geçiyor. Eser hangi zamanda geçtiğine dair bir bilgi içermiyor.

örnek: “Salinas Irmağı, Soledad’ın birkaç mil güneyinde tepenin yamacına pek yaklaşır,suyu derinleşir,rengi yeşile dönüşür. Ama yinede ılıktır sular.”

😎 Sosyal zümre hangisi?öğrenci,işçi,köylü,sosyal çevresi gibi. Öğretmen köy çalışması gibi.

Olayların sosyal zümresi işçidir. Kendi işine sahip olmak isteyen iki işçinin para kazanmak uğruna verdikleri mücadeleyi anlatıyor.

9-) Eserde doğa üstü varlıklar varmı? (Aklımızın üstünde tipler varmı,akıl almayan bir kahraman varmı )

Eserde doğa üstü varlıkların olduğu söylenemez yazar gerçekçi bir dil kullanmış fakat Lennie’nin çiftliğin sahibini karısının saçlarını okşarken boynunu kırması veya az önce söylenen bir şeyi unutması onu diğer kahramanlardan belkide etrafımızdaki birçok insandan ilginç kılıyor.

10-) Doğa ve eşya tasvirleri konuya ve ruh haline uygun mu? ( kahramanın veya yazarın) tasvirler kişinin ağzından mı yapılmıştır? )

Gerek doğa gerekse de eşya tasvirleri tek kelimeyle konuya uygundur. Yazarın yanı sıra kahramanlarda tasvir yapmışlardır.Örneğin Lennie patronunun karısını anlatırken: “saçları buklelenmiş sarkıyor,ufacık sosislere benziyordu” cümlesini kullanıyor.

11-) Varlıklar soyut mu, somut mu anlatılmış? (hayali mecazi yoksa gerçekmi )

Varlıklar kimi zaman somut kimi zaman soyut anlatılmış. Eserin genelinde gerçekçi bir anlatım olsa da,mecazi anlatımlara da yer verilmiştir.

12-) Zaman ve yerin olayla, kişilerle, psikolojik ve sosyal ortamla ilişkisi nedir?

Olayın geçtiği çiftlik kişilerle,sosyal ortamla tam anlamıyla bağdaşlaşmıştır.

13-) Yazar roman anlatımında nerede yer almış?Yazar mı konuşuyor?Kahraman mı konuşuyor?Yazar olaya bakışında taraf tutuyor mu?

Yazar romanı kendisi anlatmıştır. Ama konuşmalar kahramanların ağzındandır. Yazar olayları anlatırken son derece objektif bir yaklaşımda bulunmuştur,taraf tutma gibi bir şey söz konusu değildir.

14-) Roman yoğunmu, ayrıntıdan temizlenmiş mi?

Roman yoğundur. Ayrıntılara çok fazla yer verildiği de söylenilebilir.

15-) Zaman kavramında geriye dönüş var mı? Geçmişi hayal etmek gibi.

Eserde kahramanlar sık sık bir geriye dönüş yaşıyorlar. Eski anılarından, eski çalışma ortamlarından sıkça bahsediyorlar.

16-) Eser boyunca kişilerde karakter değişikliği oluyor mu ?

Arkadaşı Lennie’yi ne durumda olursa olsun kolluyan,gözeten ve en önemlisi seven George’un ,eserin sonunda Lennie’yi vurması eserdeki karakter değişikliklerine verilebilecek en güzel örnek.

17-) Yazarın iletmek istediği mesaj nedir?

Yazar bu kitaba verilebilecek en güzel adı vermiş. Fareler ve İnsanlar.. Bence alt sınıfı fareler, üst sınıfı yani zengin kesimi insanlar olarak düşünmüş. Sosyal sınıf eşitliği olmayan bir çevrede fakir insanların zenginlerle verdiği mücadele belkide…

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

FANUS ÖZETİ

Mart 17, 2008 at 5:19 pm (EDEBİYAT)

KITABIN ADI Fanus

KITABIN YAZARI Morris WEST

YAYINEVI VE ADRESI Altin Kitaplar Cagaloglu / ISTANBUL

BASIM TARIHI 1984

KITABIN YAYIM MAKSADI Morris West’in Son Kitabi Fanus’da, Heyecan, Gerilim ve Cinsellik Doludur. Cinayetten Saplantiya Suç Islemekten Affetmeye Kadar, Yasamin Çeliskilerle Dolu Gerçegini Gözler Önüne Seren Gerçek Bir Yasam Öyküsüdür.

KITABIN ÖZETI :

Bu roman, ünlü psikiyatri uzmani bir Dr. Jung’un firtinali yasamindan esinlenerek yazilmistir.

Dr. Jung, Isviçre’nin Zürih kentinde psikiyatrisklik yapan ve kit kanaat geçinen bir kisidir. Evli ve evliligi mutsuzluk içinde geçmektedir. Hayatini renklendiren yegane sey ise, yaninda çalisan Emma adindaki stajeridir. Dr. Jung’un evinde mutsuz olma sebeplerinden biriside karisidir. Karisi, seksi fazla sevmeyen, fantazileri olmayan ve tek düze yasami tercih eden bir kadindir.

Aksam olup yataga girdiklerinde karisi, Dr. Jung ile sevismek yerine kendi kendini tatmin ederek mutlu olmaktadir. Dr. Jung ise, karisinin bu davranislari neticesinde bunalima girer Mutlu olmak için siddetle bir arayisin içindedir. O günlerde mutlulugu yaninda çalisan stajeri Emma ile geçirdigi zamanlarda yakalamaktadir. Emma Dr. Jung’un sirdasi gibidir. Onun bu ruh halini ve sekse olan düskünlügünü iyi bilmektedir. O günlerde bu ikili birbirlerine gerek ruhen, gerekse bedenen yetebilmektedirler.

Ayni tarihlerde Almanya’nin Berlin (1913) kentinde zengin bir kadin meslegi psikiyatrist olan Magda yasamaktadir. Magda’nin kocasi yillar önce ölmüstür. Magda, alimli, seksi ve fantaziler dünyasinda yasamayi seven isterik bir kadindir. Magda üye olmayanlarin giremedigi özel bir kulüpte çalisan kadinlarin tedavisiyle görevlidir. Magda’nin bu iste çalismasinin amaci para degildir. Dr. Magda o gece kulübüne gelen belli basli müsterilerle yatarak cinsel arzularini tatmin etmektedir. Yine birgün özel bir müsterisi olan, Alman subayi (Albay) gelir Dr.Magda sevisme esnasinda sadosizm’den hoslandigi için Albaya kirbaçla vurmaya baslar. Zaman içerisinde Dr.Magde kendini kaybederek daha siddetli vurur ve Albay komaya girer. Kulübün müdürü olayi duyarduymaz Dr. Magda’yi apar topar yurt disina yani Isviçre’nin Zürih kentinde küçük bir pansiyona gönderir.

O ana kadar Dr.Magda ile Dr. Jung’un birbirlerinin varligindan haberi yoktur. Dr. Magda artik içindeki sapikça duygulara gem vuramamaktadir. Psikologa giderek rahatlamak ister ve Dr. Jung’u tavsiye ederler. Zaman içerisinde Dr. Jung ve hastasi olan Magda çok iyi bir sirdas olur. Magda hayat hikayesini Dr. Jung’a anlatmaya baslar. Magda Italya’nin Roma kentinde yine kendisi gibi zengin bir doktoru olarak dünyaya gelir. Çoçuklugu da yetiskinligi gibi erkeklere olan düskünlügü ile geçer.Genç kiz oldugunda, en samimi arkadasi oldugu halasinin kizi Ilse’nin kocasi olan John’a göz koyar. Birgün av partisinde Ilse’yi öldürmeyi planlar ve plani uygular. Ilse’yi öldürdükten sonra John’a ulasmak onun için zor olmaz. Bir süre sonra John ile evlenir. Birkaç yil sonra John ölür. Artik Magda dul ve zengin bir fahise olarak hayatina devam etmektedir. Çevresindeki herkesin tehlikeli düsüncelere sahip oldugunu çok iyi bilmektedir. Fakat onun bir cinayet isledigini sadece Dr. Jung bilmektedir. Magda’nin sirlari ve hayati Dr. Jung’u çok etkiler ve ince bir çizgi ile çizilmis bir dostluk baslar.

Magda bir gün Italya’ya dönmeye karar verir. Italya’ya döndükten kisa bir süre sonra bir randevu evinden gece yarisi çikarken kimligi belirlenemeyen birisi tarafindan hançerlenerek öldürülür. Dr. Jung bu olaya çok üzülür. Magda’nin anlattiklarini ta ki bu kitap yazilana kadar Dr. Jung’da bir sir olarak kalir.

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarlarin özel fikirlerini yansitmaktadir.

iiÖÖçsYirmi bir bölüm halinde, her bölümün ayri isimle yazilmis oldugu bu kitapta ilgi çekici olarak gözüken, kitaba da ismini veren “ Futbol Savasi” adli bölüm.

Bu bölümde Honduras ve El Salvador ülkeleri arasinda “1970 Meksika Dünya Kupasi” için yapilan futbol maçi anlatiliyor, ve sonuçlari…

Ilk maç Honduras’in baskentinde idi. Maçtan bir gece önce El Salvador takimi, otellerinde Honduras’ li taraftarlarca uykusuz birakilarak psikolojik olarak çökertilmis ve maçi son dakika golüyle 1-0 kaybetmistir. Maçi Tv. den izleyen bir genç kendini vurarak intihar eder. El Salvador’da ordunun da esliginde ulusal bir cenaze töreni yapilmistir.

Rövans maçinda uykusuz kalma, yipranma sirasi Honduras takimindaydi. Maç günü Honduras futbol takimi stada zirhli araçlarla götürüldüler. El Salvadorl’u seyirciler ölen gencin portrelerini tasiyarak intikam eylemine girismek için beklemedeydiler. Maçi 3-1 El Salvador takimi kazandi. Honduras’li futbolcular maçi kaybettikleri ve sag kaldiklari için seviniyorlardi. Ancak iki Honduras taraftari öldü. Yüzlercesi hastanelik oldu. Araçlari yakildi, birkaç saat içinde de ülke siniri kapatildi.

Ilgi çekici diger bölüm “ Artik Cennet Yok” adli bölüm. Bu bölümde yazar Kibris’i anlatmis.

Türk-Rum savasi sirasinda kabul edilen gerçek ; Rumlarin ticarette, Türklerin ise cephede üstün oldugudur.

Savas sonrasinda her çesit ithal esyanin bulundugu Kibris’ta Türkler ve Rumlar bir sinir çizgisiyle ayriliyorlar. Lefkose’deki sinirda bir tarafta Türk bir tarafta Rum askeri oldugunu gözlemleyen yazar Ryszard KAPUNSCINSKI Türk ordusunun her zaman hazir ve Rumlar’ dan üstün oldugunun da altini çizmis.

Bir baska ilgi çekici bölüm ise “Parti Baskanlari” adli bölümdür. Bu bölümde de Kongo’da üç kisinin bir araya gelmesi bir partiyi andirabilecegi, parti sayisinin çoklugunun; 200 lü rakamlara ulasmasinin normal görüldügünü, tüm hareketlerin önderler arasinda gerçeklestigini ve sayilari 500 kisiyi geçmeyen bu kisilerin satin alindiginda bir hükümet kurmanin içten bile olmadigi belirtilmistir.

“Postallar” adli bölümde Golan Tepeleri denen yerde Israil ile Suriye arasinda savas devam ederken askerlerin cepheden sehre geldiklerini gören boyaci çocuklarin bayram ettiklerini, postallarinin durumuna göre o askerin ve savasin ne durumda oldugu anlayabildikleri ifade edilmistir.

Sam’daki en çok asker kaybi siyasal bir tartismadan dolayi meydana gelen savasta olmustur. Savas yasamak ve kazanmanin bedeli agirdir. Asker; yaptigi seyin birileri için oldugunu, bir sey ugruna oldugunu hissetmelidir ki asker olarak savassin. Simdilerde ise dügmelerle, roketlerle, füzelerle savasiliyor. Askerin yüzü zirhli araçlarin içinden bile görünmüyor. O zamanlar özgürlük ve mücadele için yapilan savaslar gerçekten zorlu ve güç olmustur.

“Bir Yargiç Hakkinda Yapilan ve Hükümetin Düsmesiyle Sonuçlanan Bir Tartisma” bölümünde traji komik bir makam ve yetki kavgasinin hüsranla biten sonucu söyle dile getirilmektedir;

Kongo’da Cumhurbaskani ve Basbakan arasinda; hangisinin yüksek mahkemeye yargiç atama hakkina sahip olacagi konusunda çatisma baslamis, hükümet islemez duruma gelmistir. Ikisi de kendini Cumhurbaskani ilan etmistir. Ordunun müdehalesiyle iki Cumhurbaskani’da istifa etmis ve EKIM 1963’te siyasal bunalim sona ermistir.

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarlarin özel fikirlerini yansitmaktadir.

iiÖÖçsYirmi bir bölüm halinde, her bölümün ayri isimle yazilmis oldugu bu kitapta ilgi çekici olarak gözüken, kitaba da ismini veren “ Futbol Savasi” adli bölüm.

Bu bölümde Honduras ve El Salvador ülkeleri arasinda “1970 Meksika Dünya Kupasi” için yapilan futbol maçi anlatiliyor, ve sonuçlari…

Ilk maç Honduras’in baskentinde idi. Maçtan bir gece önce El Salvador takimi, otellerinde Honduras’ li taraftarlarca uykusuz birakilarak psikolojik olarak çökertilmis ve maçi son dakika golüyle 1-0 kaybetmistir. Maçi Tv. den izleyen bir genç kendini vurarak intihar eder. El Salvador’da ordunun da esliginde ulusal bir cenaze töreni yapilmistir.

Rövans maçinda uykusuz kalma, yipranma sirasi Honduras takimindaydi. Maç günü Honduras futbol takimi stada zirhli araçlarla götürüldüler. El Salvadorl’u seyirciler ölen gencin portrelerini tasiyarak intikam eylemine girismek için beklemedeydiler. Maçi 3-1 El Salvador takimi kazandi. Honduras’li futbolcular maçi kaybettikleri ve sag kaldiklari için seviniyorlardi. Ancak iki Honduras taraftari öldü. Yüzlercesi hastanelik oldu. Araçlari yakildi, birkaç saat içinde de ülke siniri kapatildi.

Ilgi çekici diger bölüm “ Artik Cennet Yok” adli bölüm. Bu bölümde yazar Kibris’i anlatmis.

Türk-Rum savasi sirasinda kabul edilen gerçek ; Rumlarin ticarette, Türklerin ise cephede üstün oldugudur.

Savas sonrasinda her çesit ithal esyanin bulundugu Kibris’ta Türkler ve Rumlar bir sinir çizgisiyle ayriliyorlar. Lefkose’deki sinirda bir tarafta Türk bir tarafta Rum askeri oldugunu gözlemleyen yazar Ryszard KAPUNSCINSKI Türk ordusunun her zaman hazir ve Rumlar’ dan üstün oldugunun da altini çizmis.

Bir baska ilgi çekici bölüm ise “Parti Baskanlari” adli bölümdür. Bu bölümde de Kongo’da üç kisinin bir araya gelmesi bir partiyi andirabilecegi, parti sayisinin çoklugunun; 200 lü rakamlara ulasmasinin normal görüldügünü, tüm hareketlerin önderler arasinda gerçeklestigini ve sayilari 500 kisiyi geçmeyen bu kisilerin satin alindiginda bir hükümet kurmanin içten bile olmadigi belirtilmistir.

“Postallar” adli bölümde Golan Tepeleri denen yerde Israil ile Suriye arasinda savas devam ederken askerlerin cepheden sehre geldiklerini gören boyaci çocuklarin bayram ettiklerini, postallarinin durumuna göre o askerin ve savasin ne durumda oldugu anlayabildikleri ifade edilmistir.

Sam’daki en çok asker kaybi siyasal bir tartismadan dolayi meydana gelen savasta olmustur. Savas yasamak ve kazanmanin bedeli agirdir. Asker; yaptigi seyin birileri için oldugunu, bir sey ugruna oldugunu hissetmelidir ki asker olarak savassin. Simdilerde ise dügmelerle, roketlerle, füzelerle savasiliyor. Askerin yüzü zirhli araçlarin içinden bile görünmüyor. O zamanlar özgürlük ve mücadele için yapilan savaslar gerçekten zorlu ve güç olmustur.

“Bir Yargiç Hakkinda Yapilan ve Hükümetin Düsmesiyle Sonuçlanan Bir Tartisma” bölümünde traji komik bir makam ve yetki kavgasinin hüsranla biten sonucu söyle dile getirilmektedir;

Kongo’da Cumhurbaskani ve Basbakan arasinda; hangisinin yüksek mahkemeye yargiç atama hakkina sahip olacagi konusunda çatisma baslamis, hükümet islemez duruma gelmistir. Ikisi de kendini Cumhurbaskani ilan etmistir. Ordunun müdehalesiyle iki Cumhurbaskani’da istifa etmis ve EKIM 1963’te siyasal bunalim sona ermistir.

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarlarin özel fikirlerini yansitmaktadir.

v

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

EVLİYA ÇELEBİ 1611-1682

Mart 17, 2008 at 5:14 pm (EDEBİYAT)

Evliya Çelebi 1611-1682

Türk, gezgin. Gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır.


Evliya Çelebi b.Derviş Mehmed Zillî İstanbul’da Unkapanı’nda doğdu, 1682’de Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılmaktadır. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi’nin ailesi Kütahya’dan gelip İstanbul’un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran’ı ezberleyerek “hafız” oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa’nın aracılığıyla Sultan IV. Murad’ın hizmetine girdi.


Evliya Çelebi’nin geziye karşı duyduğu ilgi, çocukken babasından, yakınlarından dinlediği öykülerden, söylencelerden ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname adlı yapıtının girişinde geziye duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece düşünde Peygamber’i gördüğünü, ondan “şefaat ya Resulallah” diyecek yerde şaşırıp “seyahat ya Resulallah” dediğini, bunun üzerine Peygamber’in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri, görme olanağı verdiğini yazar. Bu düş üzerine 1635’te, önce İstanbul’un bütün yörelerini dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640 dolaylarında Bursa, İzmit ve Trabzon yörelerini gezdi, 1645’te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645’te Yanya’nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa’nın yanında görevli bulundu. 1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa’nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın kimi yörelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı’nı mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu nedenle Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648’te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, üç yıl o dolaylarda gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. Kaynakların bildirdiğine göre, Evliya Çelebi’nin gezi süresi 50 yılı kapsar.


Evliya Çelebi’nin gezilerinin oldukça geniş bir alanı kaplaması iki bakımdan önemlidir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun komşu ülkelerle olan ilişkilerini yansıtması, ikincisi insan başarılarına ilgilendirir. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname’nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insan düşüncesinin ürettiği bütün başarıları kapsar. Bu özelliği nedeniyle Evliya Çelebi’nin yapıtı değişik açılardan bakılarak değerlendirilir.


Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi’nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir yaratı ürünü sayılır, şiir gibi ağdalı, ayaklı-uyaklı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.


Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi öznel yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan öykülerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır.


Seyahatname’de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, dernek, eğlence, inançlar, karşılıklı insan ilişkileri, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar.
Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.


Seyahatname’nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Yapıtın kimi bölümlerinde, gezilen yörenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen ünlü kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.


Evliya Çelebi’nin yapıtı dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken kullanılan sözcüklerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, sözcüklerin kullanım ve yayılma alanını saptama bakımından yararlı olmuştur. Kimi yabancı kökenli sözcüklerin söyleniş biçimi halk ağzına göredir. Bu da dilci için bir yöre ağzının oluşumunu anlamaya yarar.


Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si çok ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.


YAPITLAR (başlıca): Seyahatname, (ö.s.), ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

EVLİYA ÇELEBİ

Mart 17, 2008 at 5:07 pm (EDEBİYAT)

Evliya Çelebi

Asil adi Dervis Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi’dir 1611 yilinda Istanbul Unkapani’nda dogdu. Babasi Dervis Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubasiydi. Evliya Çelebi’nin ailesi Kütahya’dan gelip Istanbul’un Unkapani yöresine yerlesmisti. Ilkögrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasindan tezhip, hat ve nakis ögrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran’i ezberleyerek “hafiz” oldu. Enderuna alindi, dayisi Melek Ahmed Pasa’nin araciligiyla Sultan IV. Murad’in hizmetine girdi.

Evliya Çelebi Seyahatname’nin girisinde seyahate duydugu ilgiyi anlatirken bir gece rüyasinda Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i gördügünü, ondan “sefaat ya Resulallah” diyerek sefaat isteyecek yerde, sasirip “seyahat ya Resulallah” dedigini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz’in ona gönlünün uyarinca gezme, uzak ülkeleri görme imkani verdigini yazar.

Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635’te, önce Istanbul’u dolasmaya, gördüklerini, duyduklarini yazmaya basladi. 1640’larda Bursa, Izmit ve Trabzon’u gezdi, 1645’te Kirim’a Bahadir Giray’in yanina gitti. Yakinlik kurdugu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çikti, savaslara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katildi.

1645’te Yanya’nin alinmasiyla sonuçlanan savasta, Yusuf Pasa’nin yaninda görevli bulundu.1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Pasa’nin muhasibi oldu. Dogu illerini, Azerbaycan’in, Gürcistan’in kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hani’na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüshane, Tortum yörelerini dolasti. 1648’te Istanbul’a dönerek Mustafa Pasa ile Sam’a gitti, üç yil bölgeyi gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolasmaya basladi, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasinda Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.

Seyahatname

Evliya Çelebi 50 yili kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdigi yerlerde toplumlarin yasama düzenini ve özelliklerini yansitan gözlemler yapmistir. Bu geziler yalniz gözlemlere dayali aktarmalari, anlatilari içermez, arastiricilar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak saglar. Seyahatname’nin içerdigi konular, belli bir çalisma alanini degil, insanla ilgili olan her seyi kapsar. Üslup bakimindan ele alindiginda, Evliya Çelebi’nin, o dönemdeki Osmanli toplumunda, özellikle divan edebiyatinda yaygin olan düzyaziya bagli kalmadigi görülür.

Divan edebiyatinda düzyazi ayri bir marifet ürünü sayilir, agdali bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu gelenege uymadi, daha çok günlük konusma diline yakin, kolay söylenip yazilan bir dil benimsedi. Bu dil akicidir, sürükleyicidir, yer yer eglenceli ve alaycidir. Evliya Çelebi gezdigi yerlerde gördüklerini, duyduklarini yalniz aktarmakla kalmamis, onlara kendi yorumlarini, düsüncelerini de katarak gezi yazisina yeni bir içerik kazandirmistir. Burada yazarin anlatim bakimindan gösterdigi basari uyguladigi yazma yönteminden kaynaklanir. Anlatim belli bir zaman süresiyle sinirlanmaz, geçmisle gelecek, simdiki zamanla geçmis iç içedir. Bu özellik anlatilan hikayelerden, söylencelerden dolayi yazarin zamanla istedigi gibi oynamasi sonucudur.

Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdes zamanda geçen iki olayi, yerinde görmüs gibi anlatir, böylece zaman kavramini ortadan kaldirir. Seyahatname’de, yazarin gezdigi, gördügü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, basli basina birer arastirma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasinda öyküler, türküler, halk siirleri, söylenceler, masal, mani, agiz ayriliklari, halk oyunlari, giyim-kusam, dügün, eglence, inançlar, komsuluk baglantilari, toplumsal davranislar, sanat ve zanaat varliklari önemli bir yer tutar.

Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yaninda, yörenin evlerinden, cami, mescid, çesme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastir, kule, kale, sur, yol, havra gibi degisik yapilarindan da söz eder. Bunlarin yapilis yillarini, onarimlarini, yapani, yaptirani, onarani anlatir. Yapinin çevresinden, çevrenin havasindan, suyundan sözeder. Böylece konuya bir canlilik getirerek çevreyle bütünlük kazandirir. Seyahatname’nin bir özelligi de degisik yöre insanlarinin yasama biçimlerine, davranislarina, tarimla ilgili çalismalarindan, süs takilarina, çalgilarina dek ayrintilariyla genis yer vermesidir. Eserin bazi bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kisilerinden, sairlerinden, oyuncularindan, çesitli kademelerdeki görevlilerinden ayrintili biçimde söz edilir. Evliya Çelebi’nin eseri dil bakimindan da önemlidir.

Yazar, gezdigi yerlerde geçen olaylari, onlarla ilgili gözlemlerini aktarirken orada kullanilan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil arastirmalarinda, kelimelerin kullanim ve yayilma alanini belirleme bakimindan yararli olmustur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si çok ün kazanmasina ragmen, ilmi bakimdan, genis bir inceleme ve çalisma konusu yapilmamistir.1682’de Misir’dan dönerken yolda ya da Istanbul’da öldügü sanilmaktadir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Mart 7, 2008 at 1:36 pm (EDEBİYAT)

4. Millî Edebiyat Akımı

Modern Türk Edebiyatını yaratma amacıyla kurulan Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Âtî toplulukları büyük hamleler yapmakla beraber ruhta büyük ölçüde Fransız sanatına bağlı, dil ve üslûpta Osmanlıcayı sürdüren, millî kimlik ve kişiliğe ulaşamamış bir edebiyat vücuda getirmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı sırasında, Türk aydınlarının büyük bir bölümü, ümmete bağlı Osmanlıcılığın terk edilerek milliyetçiliğin benimsenmesinin, memleketin geleceği için gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç sonucunda Türkçülük ve Milliyetçilik akımları doğmuş, her sahada millî kimlik arayışları başlamıştır.

Türk dili, Türk vezni, Türk zevki ve kültürü ile millî konuları, millî ülküleri işleyen Türk edebiyatı ihtiyacı ve özlemi sonucunda 1911-1923 yılları arasında Millî Edebiyat akımı var olmuştur. Türk milletine mensup olma şuuru, tarih içinde devamlılık düşüncesi, olduğu gibi kalarak batılılaşma inancı, 1911-1923 yılları arasındaki akımın temelleridir. Bu dönemin bariz özelliği, Türk romantizminin edebî tezahürlerini göstermesidir.
Cumhuriyet’in kuruluşunu hazirlayan milliyetçilik ideolojisi içinde dogan Milli Edebiyat akimi Cumhuriyet’in ilk yıllarında en olgun eserlerini verdi. Cumhuriyet rejimi ve bu devirde meydana getirilen sosyal ve iktisadî müesseseler üstünde başlarında büyük Türk sosyoloğu ve düşünürü Ziya Gökalp’in bulunduğu Türkçü ve Milliyetçi münevver zümre etkili oldu. Gökalp’in Türkiye ve Türkler için şekillendirdiği düşünceler başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran birinci neslin dünya görüşünün kaynağını teşkil etti. Halka ulaşabilmek ve onunla bütünleşebilmek için onun dilini kullanmak gerektiğine inanan bu nesil yazarları, eserlerinde konuşma dilini kullandılar. Halk dilini kullanırken gençlik yıllarında hayran oldukları Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) yazarlarının ince zevkini günlük dile aktardılar.

1911 yılında Selânik’te çıkarılmaya başlanan Genç Kalemler dergisinde başladı bu çalışmalar. Bir kısmı daha sonra Cumhuriyet dönemi yazar ve şairleri arasında da yer alan bu edebiyatın temsilcilerinin en önemlileri, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin (öncü), Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip (öncü), Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kamu, Aka Gündüz, Refik Halit Karay, Reşat Nuri
Güntekin, Yakup Kadri, Halide Edik Adıvar, Hamdullah Suphi, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Fuat Köprülü, Halide Nusret Zorlutuna, Şükûfe Nihal, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

Milli Edebiyat akımının özellikleri, Cumhuriyet’in ilk on yılının da bir özeti
olmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, Milli Edebiyat akımının ilkeleri de şu
şekilde belirtilebilir: Dilde yalınlık (en mühim prensip), Türkçe karşılığı olan Arapça ve Farsça kelimelerin atılması. Yalın (süssüz, sanatsız, özentisiz) bir dille yazma; İstanbul Türkçesini kullanma.

**Halk edebiyatı şiir biçimlerinden yararlanma
**Hece ölçüsü
**Konu seçiminde yerlilik
**Konularını hayattan, ülke şartlarından seçme
**Millî kaynaklara yönelme

İslâmcı, Osmanlıcı, gelenekçi görüşlere sahip yazarlardan bireysel eğilimli yazarlara kadar tüm edebiyatçılara açık bir bütünlük mevcuttur. Çünkü artık söz konusu olan Millî Edebiyat akımı kavramı değil, Millî Edebiyat dönemidir. Bu akım dilde ve duyuşta 1911-1915 dönemi milliyetçilik fikirlerinin ön plânda olduğu roman, hikâye, tiyatro eseri ve şiirler verilmesini sağlamıştır.

Başlangıçta Fecr-i Âtî roman ve hikâyecisi olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Refik Halit Karay, gerçek kişiliklerini Millî Edebiyat akımı içerisinde göstermişlerdir. Fecr-i Âtî topluluğu dışında kalan, İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı, kendi şiir anlayışlarına göre eserler veren ve daha sonra Millî Edebiyat akımına katılan şairlerdir. Gerek Mehmet Âkif Ersoy gerekse Yahya Kemal Beyatlı, şiir dili ile konuşma dili arasındaki uzlaşmayı sağlamışlar, Türk diline zor uyan aruzun engellerini ortadan kaldırıp, yaşayan Türkçe ile başarılı şiirler yazmışlardır.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNİN OLUŞUMU

Mart 7, 2008 at 1:31 pm (EDEBİYAT)

EDEBİYATIN OLUŞUM SÜRECİ

1897’de Yunan Savaşı sırasında, Ben bir Türküm diye seslenen Mehmet Emin Yurdakul 1905’te Selanik’te Çocuk Bahçesi adlı dergide hece ölçüsüyle, milli duyguları dile getiren Türkçe şiirler yayımlamıştır. Mehmet Emin Yurdakul’un bu çıkışı, ancak Meşrutiyet döneminde bilinçli bir çizgiye oturtulabilmiş ve bir akım niteliği kazanmıştır.
imparatorluktaki milliyetçilik hareketleri, o sırada iktidarda bulunan ittihat ve Terakki Cemiyetince desteklendiği için kısa zamanda büyük gelişme göstermiştir. Milliyetçilik, özellikle Türkçülük hareketinin önderi durumunda olan Ziya Gökalp, yazılarıyla ve istanbul Üniversitesi’nde verdiği sosyoloji dersleriyle, hem milliyetçilik ilkelerinin aydınlarca benimsenmesinde hem de milli bir edebiyatın oluşmasında başlıca etken olmuştur.
1789 Fransız ihtilali’nin etkisiyle yayılan milliyetçilik duyguları Osmanlı imparatorluğu içinde de etkisini göstermiş; milliyet, kavmiyyet kavramlarına dayalı Türkçülük düşüncesi gelişmeye başlamıştır. Bu anlayış Türk edebiyat tarihinde Genç Kalemler ya da Yeni Lisan Hareketi adıyla anılan Milli Edebiyat akımını hazırlamış, konuşulan istanbul Türkçesinin kullanıldığı, milli kaynaklara yönelik yeni bir edebiyat anlayışının başlangıcı olmuştur.
Önce Balkan, ardından i. Dünya Savaşlarının yarattığı koşullar siyasal çözüm arayışlarıyla birleşerek edebiyatı da millileşmeye itmiştir.
Tanzimat dönemi sanatçılarının dilde sadeleşme çabaları ve yine o dönemde yapılan sözlük çalışmaları da Milli Edebiyat Akımını hazırlayan etmenler arasındadır.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

YABAN roman özeti

Mart 6, 2008 at 11:17 pm (EDEBİYAT)

YABAN
Romanin Kisa Tanitimi
Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoglu’ nun en taninmis romanidir.Romanda, Ahmet Celal adindaki bir karakterin bir köyde yasadiklarindan ve yasadiklari sonucunda Türk köylüsü hakkinda edindigi izlenimlerden bahsedilir.Roman bir ani kitabindan yola çikilarak ve bu kitaptan alintilar yapilarak yazilmistir.Romanda, Milli Mücadele Dönemi’nde köylü ile aydin arasindaki kopukluk ve fark anlatilir.
Kitap Hakkinda Bilgiler
Yazar adi: Yakup Kadri Karaosmanoglu
Kitap adi: Yaban
Yayinevi:Iletisim Yayinlari
Yayimlandigi il:Istanbul
Baski numarasi: Otuz sekiz
Sayfa sayisi:Iki yüz yirmi bir
Türü: Roman
Roman, ilk defa 1932’ de basilmistir.O tarihten beri 43 baski yapmistir.
Kapak resmi Ferit Erkman’ a aittir.
Roman, 1942 yilinda Cumhuriyet Halk Partisi’ nin yarismasinda ikinci olmustur.
Yakup Kadri Karaosmanoglu’ nun Hayati ve Edebi Kisiligi
Yirminci yüzyil edebiyatinin büyük romancisi 27 Mart 1889’ da Kahire’ de dogdu. Ortaokul ikinci sinifa kadar Manisa’da okudu.1903’te Izmir Lisesi’ne girdi.Sonra ailesiyle Misir’a giderek Fransiz Kolejine devam etti(1906-1908).Sonra Istanbul’a gelerek Fecr-i Ati Toplulugu’na katildi.Kurtulus Savasi yillarinda Anadolu’ya geçti.Aylik fikir dergisi “Kadro”yu çikardi.Sirasiyla Tiran,Prag,Lahey ve Bern elçiliklerinde bulundu.Emekliye ayrilinca verimli bir yazi hayatina basladi.Anadolu Ajansi Yönetim Kurulu Baskanligi görevinde bulundu(1961-1965).Yazarligini sürdürürken 13 Aralik 1974’te Ankara’da öldü.
Yazar, eserlerinde Türk toplumunun, Tanzimat’tan Atatürk Türkiye’si
dönemine kadar olan yasantisini anlatan hikaye,makale ve romanlar yazmistir.Anlatiminda kendine özgüdür.Yapitlarinda genellikle toplumun sorunlari üzerine egilir.Anadolucu,Atatürkçü,Devletçi ve laik bir dünya görüsü vardir.Romanlarinda genellikle iç dünyalari zengin,kötümser,törelere bagli karakterler vardir.
Yazarin Diger Eserleri
ROMANLARI: Kiralik Konak(1922), Nur Baba(1922),Hüküm Gecesi(1927),Sodom ve Gomore(1928),Yaban(1932),Ankara(1934),Bir Sürgün(1937),Panorama(1954)
HIKAYELERI: Bir Serencam(1913),Rahmet(1922),Milli Savas Hikayeleri(1947)
ÇESITLI MAKALELERI: Izmir’den Bursa’ya(H.Edip, F.Rifki, M.Asim ile,1922), Kadinlik ve Kadinlarimiz(1923), Seçme Yazilar(1928), Ergenekon(2 cilt,1929)
OYUNLARI: Nirvana(1909), Veda(1909), Saganak(1929), Magara(1934)
MENSUR SIIRLERI: Erenlerin Bagindan(1922), Okun Ucundan(1940)
“YABAN” ROMANININ ÖZETI
Romanda ana konu,bir Türk aydininin Kurtulus Savasi dönemindeki köy gerçegiyle karsi karsiya gelmesidir.
Romanin kahramani Ahmet Celal’dir.Çanakkale’de savasta bir kolunu kaybetmis ve savastan gazi olarak kurtulmustur.Ama savas sonrasi yapayalniz kalmistir.Bunlara bir de Istanbul’un isgali eklenince, hizmet eri olan Mehmet Ali’nin köyüne gitmeye karar verir.Istanbul’un isgali sonrasinda gerçeklesen olaylari takip ederek, köylülere durumun önemini ve ciddiyetini anlatmaya çalisir.Ancak köylüler Salih aga’ya çok baglidir ve onun etkisinde kalarak Ahmet Celal’i ciddiye almazlar.Bu nedenle Ahmet Celal, köyde aradigi ilgiyi ve yakinligi bulamaz.
Olaylar Ahmet Celal’in cephesinden böyle görünürken, köylüler için daha farklidir.Onlar savasin ciddiyetini anlayamamistir.Onlara göre Ahmet Celal bir yabandir.Onlarin dünyasindan uzak biridir.Zaten ilk bakista konusmasi, davranislari,giyimi, düsünceleri ve olaylara yaklasimi köylülerden çok farklidir.Örnegin her gün tras olmasi, devamli dislerini firçalamasi,geceleri kitap okumasi ve buna benzer davranislari köylülere garip gelmektedir.Bu nedenle, acilarini unutmak için geldigi bu köyde, olaylar umdugu gibi gelismemistir.
Ahmet Celal bir aydin konumundadir ve ilk defa Türk köylüsüyle karsilasmistir.Ancak köyde karsilastigi manzara onu çok sasirtmistir.Öncelikle yoksulluk ve cahillik vardir.Bunlarin bir sonucu olarak da bazi insanlarin emellerine alet olmaktadirlar.Herkes Salih Aga’nin etkisindedir.Onun her dedigi yapilmaktadir.Hatta yillarca emek verdigi hizmet eri Mehmet Ali bile gelisen bazi olaylarda subayi Ahmat Celal’e degil,Salih Aga’ya inanmistir.
Bütün bunlarla beraber, Ahmet Celal köyde yapayalniz da degildir.Mehmet Ali’nin annesi Zeynep Kadin ile kardesi Ismail, Ahmet Celal’in güvendigi dostlaridir.
Olaylarin böyle gelismesi Ahmet Celal’i kaçinilmaz bir bunalima sürükler.Bir gün rahatlayip sikintilarini unutmak için dolasmaya çikar ve komsu köyün kizi Emine’ye asik olur.Ancak Ismail Emine’yi Ahmet Celal’in elinden alinca Ahmet Celal iyice umutsuzluga sürüklenir.
Ahmet Celal,Kurtulus Savasi’nin önemini köylüye anlatmaya devam eder; ancak köylüler baskalarinin etkisindedir ve ona inanmamaya devam ederler.Bunlari bir aydin gözüyle görüp yorumlayan Ahmat Celal, aydin ile cahil arasindaki uçurumu farkeder.Anadolu halkinin asirlar boyunca ne kadar ihmal edildigini kendi gözleriyle görür.Tabii bütün gözlemlerini ani defterine yazmayi da ihmal etmez.
Köyde bu olaylar olurken, Kurtulus Savasi da iyiden iyiye alevlenmis ve köylüler Ahmet Celal’in anlatmaya çalistigi gerçekleri yasamak zorunda kalmistir.Yunanlilar onlarin köyünü de basmistir.Köylüler dereye kaçarak gizlenmeye çalismistir.Ancak düsman onlari yakalar ve köy meydanina getirir.Ahmet Celal, bir anlik kargasadan yararlanip Emine’nin elini tutar ve ikisi kosmaya baslarlar.Düsman arkalarindan ates açar ve onlari yaralar.Ayrica tüm köy halki düsman tarafindan öldürülür.Köyün mezarligina kadar ancak gelirler.Orada sabaha kadar bekleyip sonra yola çikmaya karar verirler;ancak Emine’nin yarasi agirdir ve devam edemez.Ahmet Celal ani defterini Emine’ye verir ve herseyini birakarak yeni ve bilinmeyen bir hayata adim atar.
Roman Karakterleri ve Özellikleri
AHMET CELAL:Çanakkale’de kolunu kaybettikten sonra Mehmet Ali’nin köyüne yerlesir.Köyde yasadigi sorunlari yenmeyi basaran güçlü bir karakterdir.Aydin bir karakterdir.Köylüler onu dislamistir.Kurtulus Savasi’ni yakindan takip etmistir.Romanda karamsarligi dikkat çeker.Romanda Kurtulus Savasi’na karsi duyarli olusu dünya görüsüne bagli olarak verilir.Bireysel durumlari, yalnizligi, içine kapanisi ruhsal çözümlemelerle anlatilir.
SALIH AGA :Köyün agasidir ve oldukça zengindir.Kilik kiyafeti oldukça kötüdür.Çok kurnaz biridir.Tüm köyü etkisi altina almistir.Çikarlari ugruna düsmanla isbirligi yapar.Köylüyü düsman karsisinda çaresiz birakir.
MEHMET ALI: Dört yil Ahmet Celal’in yaninda kalmistir;ama köye geldiginde yine eskisi gibi davranmaya, Ahmet Celal’den uzaklasmaya ve köylü gibi davranmaya baslamistir.Sert tavirlari vardir.Önce Ahmet Celal’in yaninda hizmet erligi yapmis, ona alismistir.Daha sonra ise köye gidip köylü gibi davranmistir.Kisacasi gittigi yere uyum göstermektedir.
BEKIR ÇAVUS: Aslinda tipik bir köylüdür.O da digerleri gibi cahildir.Düsünce yapisi diger köylülerle aynidir.Ancak daha önce askerlik yapmis olmasi,Ahmet Celal’e biraz daha yakin olmasini saglamistir.
EMINE: Romanda Türk kizini simgeler.Ahmet Celal’e yakinlik göstermistir.Ismail ile evlenmistir.Ahmet Celal ile evlenmemistir; çünkü köylülerin etkisinde kalarak Ahmet Celal’i yaban olarak benimsemistir.
SEYH YUSUF: Her yil belirli zamanlarda köye gelerek köylüleri düsünceleriyle etkilemistir.Zehirli düsünceleriyle köylünün Ahmet Celal’e inanmasini engellemistir.
Romanda Yer ve Zaman
Roman, Birinci Dünya Savasi yillarindan baslayarak Sakarya Zaferi’ne kadar olan zamani kapsar(1918-1922).Yani Kurtulus savasi yillarini içerir.(Milli Mücadele Dönemi)
Roman, Iç Anadolu Bölgesi’nde Porsuk Çayi civarinda bulunan bir köyde yasanan olaylarla ilgilidir.
Romanin Konusu ve Iletisi
Romanin konusu, Kurtulus Savasi sirasinda köylü ile aydin arasindaki derin uçurumdur.
Romanin iletisi, Anadolu halkinin asirlarca unutuldugu, cahil kaldigi,inkilaplara karsi çikan gericilerin yarattigi düzensizligin artik görülmesi gerektigi gerçekleridir.
Romanda Dil Özellikleri
Roman daha çok o zamanlarin aydin diliyle yazilmistir.Bir ani defterinden yararlanilarak yazilmasi bu sonuçta etkili olmustur.
Romanda birçok yabanci kökenli sözcük vardir.Ancak sonradan sadelestirilerek, anlasilir hale getirilmistir.
Uzun,tasvirli ve bol virgül kullanilmis cümleler vardir.Buna su cümle örnek verilebilir: “Zeynep Kadin,bir gün,bir komsu kavgasinda,paylasilmayan bir kocaman dibek tasini,husunetle teperek bir hamlede yere devirmisti.”
Romanda kisiler anlatilirken ayrintilar titizlikle seçilmistir.Kisilerin dis görünümüyle ilgili ayrintilardan çok,kisiliklerin disa vurumu sonucu olusan davranislardan bahsedilir.
Ayrica yer yer benzetme sanatini da kullanmistir.Buna su örnek verilebilir: “Askerlerin hepsi,toza topraga bulanmis,derileri günesten pasli bakira dönmüs,sakallari diken diken uzamis,üst bas perisan bir haldeydi.Tam bir bozgun askeri!”
Son olarak, romanda kullanilan dil realizm akimina uygun ve yakin bir dildir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

İSTİKLAL MARŞI ve AÇIKLAMASI

Mart 6, 2008 at 11:16 pm (EDEBİYAT)

İSTİKLAL MARŞI ve AÇIKLAMASI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Bu kıtada Mehmet Akif Türk Milletine sesleniyor.
Ümit ve güven içeren sözleriyle:
“Ey Millet’ im! Yurdumuzun düşmanlar tarafından kuşatılmış olmasına bakarak bayrağımız için endişe etme, korkma. Çünkü bu topraklar üzerindeki en son ocak sönmeden, en son Türk bu uğurda canını vermeden bayrağımıza kimse el uzatamaz.
Rengini şehitlerimizin kanından alan ve şafaklarda da bir alev gibi dalgalanan bayrağımın, milletimin yıldızı ve bağımsızlık sembolüdür. Gökteki yıldıza el sürülmediği gibi, milletimin yıldızı olan bayrağıma da düşmanlar dokunamaz. O, Türk milletinindir ve daima öyle kalacaktır.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey şanlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’ a tapan milletimin istiklal!
Bu dörtlükte şair bayrağımıza sesleniyor;
“Uğruna canımı vereyim, ne olur kaşlarını çatma. Ey hilal kaşlı güzel bayrağı Neden bize dargın azarlar gibi bakıyorsun? Seni o nazlı nazlı dalgalandığın göklerimizden indirmelerine izin vereceğimizi mi sandın? Kahraman milletim hür yaşamak ve seni hür yaşatmak için çok kan döktü, şu anda da dökmektedir. Sen bize kaş çatarak, uğrunda yapılan bu fedakarlıkları hiçe sayarsan, dökülen kanlarımız sana helal olmaz. Doğruluk ve adalet için çalışan, Allah’ a inanarak ona kulluk eden, istiklali uğruna canını veren milletimin hakkı bağımsızlıktır, hürriyettir.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Mehmet Akif bu kıtada hürriyet kavramını işliyor. “Ben” kelimesi ile Türk milletinin kastediyor ve;
“Ben yaratıldığı günden beri hür yaşamış. Beni esir edeceğini düşünenler ancak aklını kaçırmış olanlardır. Onların bu çılgınca düşüncelerine şaşarım. Çünkü ben şimdiye kadar hiç esir olmadım. Hürriyetimi elimden almak isteyen olursa kükremiş bir sel gibi coşar, önüme çıkan engelleri çiğner geçerim. Bu uğurda dağları parçalar, uçsuz bucaksız denizlere bile sığmam, yine taşarım.( Mehmet Akif, son mısrada “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım ” sözleri ile “Ergenekon Destanı’ nı” anlatıyor ve hatırlatıyor. )
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhattim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu kıtada Mehmet Akif sömürgeci, saldırgan batıya çatmakta, medeniyet adı altındaki saldırgan tutumunu kınamaktadır:”Batı ordularının en modern silahlarla, tank ve toplarla, tıpkı çelikten bir duvar gibi üzerimize yürümesi bizim için önemli değildir.Türk Milleti’ nin öyle bir iman gücü, şehitlik inancı var ki o imanlı göğüslerin her biri bir kale gibidir. Bu imanlı göğüsler karşısında en modern silahlar etkisiz kalır, hepsi yok olur, parçalanır.
Onların homurtuları. Ulumaları da seni korkutmasın. Medeniyet maskesi takarak etrafa saldıran, zayıfları ezen ve sömüren bir canavar, bizim imanlı göğsümüze en ufak bir korku veremez. Zaten “Medeniyet” adı altında yapılan bu vahşiliklerden sonra onun gerçek canavar yüzü ortaya çıkmıştır. O canavarında tek dişi kalmıştır, bize asla zarar veremez.”Arkadaş! Yurdumu alçaklara uğratma, sakın.Siper et gövdeni, dursun bu hayatsızca akın.
Doğacaktır sana va’ dettiğin günler hakk’ ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu kıtada Mehmet Akif Türk Milleti’ ne, onun kahraman askerlerine ümit ve karanlık aşılıyor ve:”Arkadaş! Alçakların yurduma girmesine kesinlikle izin verme! Yurduna saldıran düşmana gövdeni siper et! Onlarla ölünceye kadar savaş! Onların utanmazca saldırılarına karşı dur!Cenab-ı Hak mutlaka sana yardım edecektir. Çünkü Allah, sabreden ve korkmadan hak yolunda savaşan mü’ minlere zafer vereceğini Kur-an’ ı Kerimde vad etmiştir.Allah, bu yardımı belki yarın, belki yarından da kısa zamanda ortaya çıkacaktır ve düşman perişan edilecektir.( Nitekim Türk Milleti’ nin iman gücü ve Allah’ ın yardımı ile kat kat fazla asker ve silah gücüne sahip düşman orduları balta ve tüfeklerle mağlup ve perişan edilmiştir. )
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
6.kıtada kutsal vatan ve vatan toprağı ele alınmaktadır, Mehmet Akif gençlere, üzerinde yaşadıkları toprakların değerini ve özelliğini iyi bilmeleri gerektiğini anlatmaktadır. “Bastığın yerleri”toprak!” diyerek geçme! Geçmişi iyi öğren! Çünkü bu vatan, toprakları uğruna şehit düşenlerin kefensiz olarak gömüldükleri, her karışında bir şehit kanı olan kutsal topraklardır. Sen ki; dini, vatanı uğruna canını alan şehid’ lik mertebesine ulaşmış bir babanın oğlusun. Vatanı’ na gereken değeri vermez, onu atalarının koruduğu gibi korumazsan ataların incinir, üzülür. Bu cennet vatanı her ne pahasına olursa olsun korumalı, dünyaları da alsan bu yurdun bir karış toprağını bile vermemelisin.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
İstiklal Marşı’ nın 7.kıtasındaki Mehmet Akif vatan sevgisini,vatan toprağının özelliğini ve Türk vatanı’ nın yüceliğini, şöyle anlatmaktadır:
“Bu cennet vatan uğruna canını vermek için hazır bekliyor.Şimdiye kadar bu uğurda o kadar çok yiğit canını verdi ki; bir karış toprakta bir şehit yatmaktadır. Toprağı sıkan, şehitlerin kanı fışkıracak kadar çok şehit verilmiştir. Allah canımı, canım kadar sevdiğim şeyleri, bütün varımı, yoğumu alsın; yeter ki beni bu vatanımdan ayrı ve uzak bırakmasın.”
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
8.kıtada Mehmet Akif, dini ve vatan uğruna şehit olanların ruhlarına tercüman olmakta, onların:
“-Yüce Allah’ ım! ruhumun senden dileği şudur:
Uğruna canımızı verdiğimiz yurdumuza düşmanlar girmesin, camilerime yabancılar el sürmesin! Bu mabetlerde okunan ezanlardaki şahadetler ki:
“Eşhedü enla ilahe illallah,
Eşheddü enne Muhammeden Resulallah”
Kelimeleri Türk Milleti’ nin Müslümanlığını ve bağımsızlığını ilk şartı ve temelidir.
Hürriyetin sembolü olan bu ezanlar yurdumun her köşesinde okunsun.
Milletim kıyamete kadar hür yaşasın.”
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır Ruh-ı mücerret gibi yerden na’ şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
O zaman ( camilere düşman ayağının basmadığı, ezan seslerinin yurdun her köşesinde duyulduğu zaman )yer yüzünde bir mezar taşım varsa, sevinci ve mutluluktan mezar taşım bile coşkunlukla secdeye kapanacaktır.
Milletim hür olduğunu görmenin ve şehitlik makamına ermenin kıvancı ile sevinç göz yaşlarım, savaşta aldığım yaralardan boşanır.
Cesedim, cisimsiz bir ruh gibi göğe yükselerek, başım göğün en yüksek katı olan Arş’ a kadar yükselir.( Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “ölüler” demeyin. Bil’ akis anlar diriler. fakat siz iyice anlayamazsınız. )El bakara süresi Ayet: s-155
Dalgalan sende şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’ a tapan, milletimin istiklal!
Büyük vatan şairi Mehmet Akif İstiklal Marşı’ nın son kıtasında tekrar şanlı bayrağımıza hitap etmekte ve:
“Şanlı Bayrağım! Sen de artık şafaklar gibi al rengiyle, göklerimde hür ve mesut olarak dalgalan. Sabah şafağının ardından görülen aydınlık gibi, Türk milleti de bu sıkıntılı ve karanlık günlerden sonra aydınlığa kavuşacaktır.
Uğruna dökülen kanlarımızın hepsi sana helal olsun.
Artık Türk Milleti’ nin yok olması, dağılması diye bir şey ebediyen söz konusu olamaz.Çünkü; daima hür yaşamış olan, daima tek olan Allah’ a inanan ve ona kulluk eden, daima vatanı uğruna çalışan ve çarpışan milletimin hürriyet ve istiklal her zaman haklıdır.”
İSTİKLAL MARŞI
Türkiye Cumhuriyeti’ nin marşı.
Türkiye’ de, ulusal marş yazılması önerisi, önce 1920 yılında İsmet Paşa’ dan (İnönü) geldi. Maarif Vekaletinde bu öneriyi dikkate alarak bir yarışma düzenledi. O günlerde Türk Kurtuluş savaşı en heyecanlı günlerini yaşıyordu; toplumda ulusal bilinci pekiştirecek, ulusçuluk duygusunu daha da canlı kılacak bir marşa gereksinme duyuluyordu. Yarışmada ayrıca güfteyi yazacak olana 500TL, besteyi yazacak olana 1.000TL. ödül vereceği duyuruldu. Yarışmaya katılan 724 şiirden hiçbiri başarılı bulunmadı. Mehmet Akif Ersoy, böyle bir ödülden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmamıştı. Dönemin Maarif Vekil Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ,Mehmet Akif’ e Mektup yazıp, kendisi için sakıncalı gördüğü konularda güvence verdikten sonra Mehmet Akif, 48 saat gibi kısa bir sürede marşın güftesini yazıp imzasız olarak Maali Vekaline gönderdi. T.B.M.M’ nin 1 Mart 1921 tarihli toplantısında okunan bu şiir, 12 Mart 1921 tarihli toplantıda da ulusal marş olarak kabul edildi. Mehmet Akif İstiklal Marşı için “Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnızca gördüğümü yazdım.” demiş ve bu şiiri Safahat adlı şiir kitabına almamıştır.
Bu şiirin marş biçiminde bestelenmesi içinde bir yarışma açıldı ve yarışmaya aralarında Ali Rifat Çağatay, Hüseyin Saadettin Arel, Lemi Atlı, Mehmet Baha (Pars), Rauf Yekta, Sadettin Kaynak, Zekıi Üngör’ün de bulunduğu besteciler katıldı. Ancak savaşın şiddetlenmesi üzerine kesin bir seçme yapılamadı; marşın farklı bestelerle okunması birtakım sakıncalar yarattığı için, 1924’te Maarif Vekaletinde oluşturulan bir kurul tarafından Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi resmen kabul edildi, marş bu beste ile 1930 yılına kadar çalınıp söylendi.
1930′ da yeni bir emirle Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör tarafından yeniden bestelenen marşın, armonik düzenlenmesi Edgar Manas, bando düzenlemesi de İhsan Servet Künçer tarafından yapıldı.
İstiklal Marşı, 41 diziden oluşur; dokuz bölüm dörtlük, 10 bölümse beşliktir. Aruzun “feilatün (failatün) /feilatün /feilatün /feilün (fa’ lün)” kalıbıyla yazılan şiirde uyaklar tamdır ve her bölüm kendi içinde belirleyici bir uyak izlemektedir. Türk Kurtuluş Savaşı’ nın en çetin günlerinde yazılan bu marşta Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı’ na tanık olan bir ozanın duyarlığı aktarmıştır: Tarih boyunca özgür ve bağımsız yaşayan Türk Ulusunun, kutsal değerlerinden olan bayrağına, yurduna, kültür ve tarih mirasına yönelik sömürgeci eylemler karşısında takındığı (ve takınması gereken) tavrı azimli, inançlı ve gür bir sesle adeta haykırmaktır. Türk Ulusu, tarih boyunca özgür ve bağımsız yaşamıştır, bundan sonra da sonsuza değin özgür ve bağımsız yaşama hakkına sahiptir. İlk iki dörtlüğü, bütün resmi törenlerde çalınıp söylenmekte olan İstiklal Marşı, bayrak gibi Türk Ulusunun simgesidir.
MEHMET AKİF ERSOY
Türk ozanı (İstanbul, 1873-İstanbul, 1936)
Dört yaşındayken, Fatih’ te, Emir Buhari Mahalle Mektebi’ nde öğrenime başlayan Mehmet Aki Ersoy, Fatih Medresesi müderrisinden olan babası Mehmet Tahir Efendi’den arapça, Fatih Camisi başimamından din dersleri aldı; daha sonra Farsça öğrendi; bir yandan da Fransızca çalıştı. Fatih Merkez Rüştiyesinden sonra, Mülkiye Okulu’ nun lise bölümünü bitirdi; yüksek bölüme geçmişken babasının ölümü ve evlerinin yanması üstüne, yatılı öğrenci olarak Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’ ne girdi. 1893’ te müfettiş yardımcısı olarak Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ da dört yıl görev yaptıktan sonra, 1906’ da Halkalı Ziraat Mektebi’ nde öğretmenliğe başladı; 1908’ de Darülfünün Edebiyat Umumiye Müderrisliği’ ne atandı. Darülfunun’ daki şiirle uğraşmasını kolaylaştırdı. Sıratı Müstakim dergisinde yazdığı “Küfe” ve “Seyfi Baba” gibi şiirlerde ününü yaygınlaştırdı. Genellikle, İstanbul halkının yoksul bölümünden edindiği izlenimlere yer verdiği bu şiirlerini, 1911’ de yayınlanan safahat adlı yapıtında toplandı. O dönemde, İttihat ve Terraki Partisiyle de ilişki kurdu; parti içi kuruluşlarda Arapça dersleri verdi; İstanbul’ un büyük camilerinde İslam birliğini savunan konuşmalar yaptı. 1913’ te Baytar Genel Müdürlüğü’ ndeki görevinden ayrılıp, 1914’ de Teşkilatı Mahsusa görevlisi olarak, önce Almanya’ ya sonra Arabistan’ a gönderildi. Arapların çöküşünü görerek düş, kırıklığına uğradı.
1920’ de işgal altındaki Anadolu’ya geçip, bağımsızlığını kazanacak bir Türkiye aracılığıyla İslam birliğinin kurulacağı umuduna kapıldı. Burdur milletvekili olarak meclise girdi. Ümmet birliğinden çok ulus birliğine değer vererek yazdığı İstiklal Marşı şiirinin, 1921’ de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nde ulusal marş olması kabul görüldü. 1923’ ten başlayarak, her yıl kış aylarını geçirmek için gittiği Mısır’ a 1926’ da kesin olarak yerleşti. Karaciğerinden hastalanarak, 1936’ da yurda döndükten bir kaç ay sonra öldü.
VATAN AŞKI
Mehmet Akif Ersoy; dinine ve milletine oldukça bağlı bir Türk şairimizdir. Hayatını dinine adamış ve milletini canından çok sevmesi çok gurur verici. Bence bütün Türkler dini ve milleti için bir şeyler yapmalıdır. Mehmet Akif Ersoy bu sevgisini şiirler yazarak, okullarda ve camilerde hocalık yaparak göstermiştir. Kendiside halktan olduğu için şiirlerinde onlardan bahsetmesi çok güzel bir olay. İstiklal Marşı onun için ve milletimiz için çok önemli ve değerli bir marştır. İstiklal Marşı’ nda milleti anlatması onun içinde bulunduğu vaziyeti söylemesi, Türkiye’ yi nasıl koruyacağımızı ve ona nasıl sahip çıkacağımızı yazarak bize yol göstermiştir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

19.YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE TÜRK ŞİİRİ

Mart 5, 2008 at 10:13 am (EDEBİYAT)

TANZİMAT

Tanzimat; düzenlemeler, yeğlemeler,ıslahat anlamına gelir, “tanzim”sözcüğünün çoğuludur. Tanzim ise Arapça “nazm”dan gelir. Sıraya koyma, dizme, sıralama, ıslah etme, manzum ya da düz yazı olarak yazmak anlamındadır. Tanzimat, 3 Kasım 1839’da “Gülhane Hattı Hümayunu” ile temelleri saptanan düzenleme eylemlerinin genel adıdır;1876 Rus Savaşı’na dek sürer.
Tanzimat şiiri; divan şiirine göre daha canlı, daha çeşitlidir. Divan şiirinde zihinsel bir varlık gösteren duyumlar, Tanzimatla fikirleşir. Bu dönemdeki Türk şiirine manzun nesir de denilebilir. Tanzimat şiirini divan şiirinden ayıran en önemli ayrılığı, toplumcu özeeliğinde aramalıdır. Divan şiiri bireyci ama Tanzimat şiiri toplumsaldır.
Tanzimat şiirinde aşırı bir özcülük vardır. Tanzimat şiiri, halka, halk diline eğilir. Tanzimattan bugüne değin Türk şiiri, yeni bir dünya görüşü, yeni bir hayat anlayışı, yeni bir kompozisyon peşindedir.
Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa söz sanatlarından uzak, söz oyunlarundan arınmış bir şiir getirirler. Buna düşünce şiiri, fikir şiiri de denilebilir. Namık Kemal; yüzyıllar boyu devem edegelen insanın güçsüzlüğü görüşüne karşı gelir; insanın bir kahraman olduğu görüşünü savunur. Bu inancı Hamit daha ileri götürür; kainat karşısında iyimserlik, hayranlık duygularıyla dolar. Günlük yaşantıdan doğan gözlemler, Tanzimat şiirine girer.

HÜRRİYET KASİDESİ

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye
Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za’f u betaetten

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

Ziya dûr ise evc-i rif’atinden iztırâridir
hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

……………………………………………………………..

Namık KEMAL

YENİ ŞİİR

Tanzimat’a girerken, bireysel ve toplumsal yaşanyımız hızlı bir değişim içerisindedir. Şiirimiz de bun katılmak zorunda kalmıştır. Yeni bir insan anlayışı şiirimizi etkilemiş; şairler kudretlerini uluslarından almak zorunda kalmışlardır. Türk şiirinin bu dönemine; Batı Uygarlığındaki Türk Şiiiri de denilmektedir. Batı uygarlığı ile ulusal benliğe dönüşümüzü yansıtan bu dönem, XIX. yüzyılın ortalarından günümüze kadar gelir.
Yeni şiirin en belirli özelliği, gerçeğin, yaşamtının dili oluşudur. Şiirimize konuşma dilini getiren Şinasi ile Türk şiirinin söz oyunlarından kurtuluş hareketi başlar. Şiirimize ilk kompozisyon yine Şinasi ile girer. Namık Kemal siyasete, Abdülhak Hamit felsefeye giderler. Türk şiirinde duygusal bir deyiş yaratanlar Abdülhak Hamit’le Recaizade Ekrem’dir. Muallim Naci, şiirimizin özünü neoklasisizme götürmek ister. Yeniyi arayan eskiyi aşmak zorundadır.
Şiirimizin vezin, nazım aşamalarını bilmeyen, yeni şiirimizin neler getirdiğini anlayamazlar.
Yeni Türk Şiiri, nazmın şiir olmayacağı görüşündedir. Türk Şiiri, Tanzimat’tan günümüze doğru geldikçe soyuttan somuta varır. Yeni şiirimizin en büyük özelliği mısra yapısını getirmiş olmasıdır.

DİVAN ŞİİRİNİN YIKILIŞI

Tanzimat şiirinde aşırı bir öz kaygısı vardır. Muhtevanın zenginliği, şekil mükemmelliğinden üstün tutulur. Tanzimat’la başlayan edebiyatımızda biçim, dil, ülkü bakımlarından yepyeni bir anlayış görülür. Bu anlayışın kaynağı, Fransız Edebiyatı’dır. Tanzimat’tan sonra Divan şiirinin üslupçuluğu yıkılır. Şiirin konusu genişler; doğa, felsefe, iç ve dış yapı olanakları gelişir, fakat beklenen şiir yaratılamaz.
Edebiyatımıza Batılı anlatışla ilk nazım yeniliklerini getiren, bu yenilikleri Sahra, Makber adlı yapıtlarında ortaya koyan şairimiz Abdülhak Hamit’tir. Namık Kemal’in “Vaveyle”sı bundan sonra gelir. Hamit’ten sonra özle birlikte şiirimizin biçimi de yenileşir. Divan şiirini yıkanların, yeni şiiri kurmaya çalışanların öncülerindendir Hamit. O; Türkçe, Farsça, Arapça, Fransızca sözcükler içerisinde yaşadığı için şiirileri bu dört dilin etkilerini gösterir. Tanzimat şiirinde yeni bir şiir dilinin kurucusu sayılır.
Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa eski biçim içerisinde yeni bir öz; mazmunlu deyişler yerine konuşma diline giden bir Türkçe koyarlar. Nedim’le Şeyh Galip, divan nazmında yenilikler yapmak için büyük çaba gösterirler. Fakat onların bu çalışmaları bugünkü nazım anlayışımızdan çok uzak, Divan Şiiri özelliklerinden dışarı çıkacak bir nitelikta değildir. Halk Şiiri’mizden söyleyiş içtenliği, Divan Şiiri’mizden dizeler disiplini, Batı’dan kişinin günlük dramını almamız gerekli görülür.

YENİ ŞAİR

Tanzimat şiiri; Divan Şiiri’nin dünyaya bakış açısını değiştirir. Halkı ezen iktidara kafa tutma, doğa sevgisi, yüce ülküler peşinde koşma, topluma sımsıkı bağlanma, sırtı halka ve kanuoyuna dayama, şüpheci ve faydacı bir çabanın savaşını verir.
Tanzimat şairi; bireycilikten toplumculuğa, saraycılıktan halkçılığa doğru gider. Şiir yoluyla toplumu uyandırmak, yüceltmek amacındadır. Karanlığa, baskıya geriliğe, halkı ezenlere karşı savaş açar. Cunhuriyet şiirinin temeli Tanzimat’la atılır.
Tanzimat şiiri; biçimle öz yönünden, yeni önleyişlerin olanaklarıyla zorlanır. Gazel, kaside, murabba, kıt’a, tekrib-i bent gibi divan, nazın şekillerinin içerisine, o zamana kadar görülmeyen hürriyet, vatan sevgisi, adalet, millet, terakki, tabiat, teknik, fen, ilim, materyalist fizik ötesi düşünceler girer.

EDEBİYAT-I CEDİDE ŞİİRİ

Edebiyat-ı Cedide, dil yabancı sözcüklerle dolu olmasına rağmen, bu şiirler bizde, Batı şiir anlatışına en uygun bir görüşle yazılmışlardır. Edebiyat-ı Cedidecilerden sonra gelenler yabancı sözcükleri ayıklayarak Türk şiirinin bugünkü yolunu açmış oldular. Şiirimizin beyit beyit kurulma aşamasından ayrılışı Edebiyat-ı Cedide şiiriyle başlar.
Edebiyat-ı Cedide şiirinde Divan Şiiri’nin yerini Fransız şiir özellikleri alır; günlük, basit olaylar konu olur. Avrupa nazım biçimleri denenir, şiir düzyazıya yaklaştırılır, uyakların kulak için olduğu saptanır.
Edebiyat-ı Cedide’den sonraki şiirimizde anjambman vardır. Anjambman; ulantı; bir mısrada anlam tamamlanmadığı zaman onu tamamlayacak kelimelerin diğer mısralara bırakılmasıdır. Servet-i Fünunculardan Tevfik Fikret’le Cenap Şahabettin bunu ustalıkla şiirlerinde kullanırlar.
Edbiyat-ı cedide şiirinde şiirin yerini çoğunlukla resim alır. Cenab’a göre şiir:”kelimelerde yapılmış bir resim”dir. Onları biçim ve üslup titizliği, daha sonra geniş halk yığınlarının anlayabileceği bir nitelik lazanır. Tanzimat şiiri olsun, Servet-i Fünun şiiri olsun; Divan Şiiri ile Batı şiirinin bileşkesinden doğmuştur denilebilir. Özellikle Tanzimat şiirinin özünde Batı biçiminde Divan; Edebiyat-ı Cedide şiirinin biçim ve özünde ise Batı şiir niteliklarini bulmamız ise buradan gelmektedir. Tevfik Fikret’in “Şukufe-i Yar” şiiri verilebilir.

ŞUKUFE-İ YAR
Bir gonca durur kadid ü muber
Bir defter-i sanihat içinde
Binlerce emel, heves beraber

Reng-i siyah-i mehat içinde
Sessiz sessiz geçer hayatı
Bir velvele-i nikat içinde

Anlar mı aceb o dürrehatı
Coştukça sahayıf-ı eserden
Aşkın bana hoştur iltifatı
Bir goncada böyle saf-u ruşen.
Tevfik Fikret

SERVET-İ FÜNUN

Servet-i Fünun şiirini yaratan Tevfik Fikret’tir. Şiirlerinde sağlam bir nesir yapısı, kendinden önceki şairlerde görülmeyen iç ve dış yenilikler, toplumsal konular, biçim ve kafiye özgürlüğü, ustalıklı bir aruz görülür. Türk şiirinde insan bilim, fen, teknik servisi Tevfik Fikret’ten sonra gelişir.
Tanzimat’tan sonraki şiirimizde bizi öz benliğimizden uzaklaştıran bir batılaşma görülür. Bu bilinçsiz Batı uygarlığı, bize öz benliğimizi duyuran Yahya Kemal’e kadar süregelir. Tanzimat şiirindeki yalınlık, fikirle yüklü üslup; Servet-i Fünun‘da mecazlara, benzetmelere, istiareye yerini bırakır. Servet-i Fünun şairleri, genellikle gerçeklerden kaçan derin bir melankolik kötümserlikle yüklü bir ruh hali gösterirler. Bunun için doğa, hayal ve anılar yegane teselli kaynakarıdır. Servet-i Fünuncular üslubu yaratırken çoğunlıkla duyguyu çıkış kaynağı olarak alırlar. Dil, bu kaynaktan doğar.
Haluk’un İnancı

Bir yaratıcı güç var, ulu ve akpak,
kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım.

Yeryüzü vatanım, insansoyu milletimdir benim,
ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.

Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
dünya dönecek cennete insanla, inandım.

Yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak,
ben buna Tevrat’la, İncil’le, Kuran’la inandım.

Tekmil insanlar kardeşi birbirinin… Bir hayal bu!
Olsun, ben o hayale de bin canla inandım.

İnsan eti yenmez; oh, dedim içimden, ne iyi,
bir an için dedelerimi unuttum da, inandım.

Kan şiddeti besler, şiddet kanı; bu düşmanlık
kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.

Elbet şu mezar hayatı zifiri karanlığın ardından
aydınlık bir kıyamet günü gelecek, buna imanla inandım.

Aklın, o büyük sihirbazın hüneri önünde
yok olacak, gerçek dışı ne varsa, inandım.

Karanlıklar sönecek, yanacak hakkın ışığı,
patlayan bir volkan gibi bir anda, inandım.

Kollar ve boyunlar çözülüp, bağlanacak bir bir
yumruklar şangırdayan zincirlerle, inandım.

Bir gün yapacak fen şu kara toprağı altın,
bilim gücüyle olacak ne olacaksa… İnandım.
Tevfik Fikret

FECR-İ ATİ ŞİİRİ

Fecr-i Ati şiiri ile Servet-i Fünün şiiri temelde birleşirler. İkisi de doğayla aşkı aynı sözcükler kompozisyonu içerisinde öznel bir duyarlılıkla işlerler. Ölçüleri aruz, nazım biçimleri çoğunlukla serbest müstezattır. Fransız sembolizmini daha ileri götürürler. Fecr-i Ati’ciler; toplumla, gerçekle ilgisiz, sanat için sanat yaparak, özü belirsiz duygularla örülü bir şiirin peşindedirler. Kaynakları Fransız sembolizmidir.
Fecr-i Ati’ciler; 1909’da yayımladıkları bildiriyle ortaya çıktılar. Muhakkak ki bu şiirin en büyük, en ünlü temsilcisi Ahmet Haşim’dir ve kendisi XX. yüzyıl Türk şiirinde başlı başına bir isimdir. Şiirimiz en güzel sembolik örneklerii onunla verdi. Bu şiirde yoğun bir hayal kudreti, zengim bir müzikalite, prizmalardan geçmiş gibi zevkli bir gözlem dünyası görülür.

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
Ahmet HAŞİM

MİLLİ ŞİİR

XX. yüzyıl Türk Edebiyatı’nın 1908’le 1923 yılları arasında gelişen; II. Meşrutiyet’in milliyetçilik hareketleriyle başlayan şiirimiz “milli şiir” adını alır. Bu şiir akımı, Cumhuriyet dönemine değin sürer. Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Emin Yurdakul, Faruk Nafız Çamlıbel bu dönemin en tanınmış şairleridir.

ŞAİRLER DERNEĞİ

Şairler Derneği; 1917’de kurulur. Mehmet Emin Yurdakul’un 1897 Yunan Savaşı üzerine yayınladığı “Türkçe Şiirler” kitabında aruz yerine hece ölçüsünün kullanılması esin kaynağı olur. Faruk Nafız Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Halide Nusret Zorlutuna, vb şairler hece ölçüsünü benimserler. Mehmet Emin Yurdakul’la Ziya Gökalp’in başarılı izleyicileri olurlar.

HECENİN BEŞ ŞAİRİ

Faruk Nafız Çamlıbel, Enis Behiş Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy ve Yusuf Ziya Ortaç’tan kurulu topluluğun edebiyat tarihimizdeki adı “Beş Hececiler”dir. Bu şairler, 1911’de Selanik’te “Genç Kalemler”le başlayan ulusal eebiyet akımının ilkelerine bağlı olarak, halk şiirimizin özelliklerinden, yerli kaynaklarımızdan yararlanarak, şiirimizin aruzdan heceye geçişinde buyuk rol oynarlar. İlk şiirlerinde Ziya Gökalp’ın etkisinde kalan “Beş Hececiler” daha sonraları “Memleket Edebiyatı” adı verilen çığırın ilk ürünlerini verirler.
“Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir:
Leyl sizin, şeb sizin gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ada muhtaç.”

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ŞİİRİ (1923-1940) :

Bu dönemde tam anlamıyla yerli ve sade bir dil kullanıldı. Konuşma ve yazı dilini birleştirdiler. Hece ölçüsünün sesini gizleyerek, iç ahenge yöneldiler.

Ahmet Hamdi Tanpınar: sembolizm havası içinde soyut şiirin ve psikolojik roman, hikaye türlerinin ustasıdır.
Cahit Sıtkı Tarancı : Yaşamanın ve aşkın güzelliğini, ölümün üstünlüğünü vurguladı
Eserleri: Şiir:Otuz Beş Yaş , Düşten Güzel , Sonrası.

YEDİ MEŞALECİLER

1928’de Yedi Meşale adlı bir kitapta yedi sanatçı birleşti. Beş Hececilerin yaptıklarını geliştirerek, modern Türk şiirinin doğmasına ortam hazırladılar. Hissedilir bir değişiklik yapamadılar. Bunlar: Siyavuşgil , V. M. Kocatürk , Kenan Hulusi , Muammer Lütfi
Ziya Osman Saba :Yedi Meşalecilerin şiire en sadık olanıdır. Çocukluk özlemi, anılara düşkünlük, kadere boyun eğiş gibi temaları işlemiştir.

1940 SONRASI TÜRK ŞİİRİ

1. Garipçiler (I. Yeniler)
2 Yeni Gelenekçi Şiir
3 II. Yeniler
4.Toplumcular
5 Yeni İslamcılar
6.Son Yeniler

GARİPÇİLER

Yeni şiir (Garipçi şiir) bir bakıma yıkıcı ve alaycı olarak görülür; çünkü buna öncülük eden şairler iki önemli savaş arasında yetişmiş, dünyada ve yurtta ciddi değişimler görmüşler ve yaşamışlardır. Ayrıca 1920–1940 yıllarında Batı edebiyatlarının sarsan devrimci şiir akımları bize bu yeni şairler aracıcığıyla gelmiştir. Bu dönemin en büyük özelliği bu akımın bütün eskilerden ayrılarak hayata bakış tarzını değiştirmiş; düşünceyi ve felsefeyi şiir dışı tutmak istemiştir. 1940’tan sonra aydınlara ve “mutlu azınlığa” hitap edilen şiiri bırakıp büyük halk kitlelerine seslenme hevesi başlamıştır. Bu akımla daha çok tabiat, hayat ve insanlar konu alınmıştır. Aşk, salata, hürriyet, sokak satıcısı, rakı şişesi gibi tema örnekleri verilebilir. Genel olarak çocukluk, ölüm, aşk, günlük yaşamdan kareler gibi örnekler verilebilir. Sevet-i Fünun ve Milli Edebiyat’la kademe kademe şiire giren temalar ve nesneler çoğalarak en geniş halini bu dönemde almıştır.
Ayırt edici özellikleri:
a. Kafiyesizdir. Onlarca bunun gerekçesi kafiye ikinci satırın akılda kalması için ilkel bir yöntemdir. Gelişen insanın ve edebiyatın içinde kafiye olmamalıdır.
b. Ad aktarmaları, mecaz sanatı gereksizdir. Yazılan bütün Garip akımı şiirlerinde görebiliriz ki oldukça sade bir dil kullanılıştır. Hatta günlük dile bayağı yakındır.
c. Şiir söz söyleme sanatıdır. Sade basit ve yalındır.
d. Hece ve aruz ölçüsü yoktur.
e. Duygulardan çok akla dayanır.

En büyük temsilcilerinden biri Orhan Veli’dir. Bazı şair ve şiir örnekleri:
Sıtkı Yırcalı, Cahit Sıtkı Tarancı, Rıfat Ilgaz, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Hüseyin Pala…

Sokakta Giderken

Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman
Beni deli zannedeceklerini düşünüp
Gülümsüyorum.
Orhan VELİ

Çayın rengi ne kadar güzel
Sabah sabah,
Açık havada…
Hava ne kadar güzel!
Oğlan çocuk ne kadar güzel!
Çay ne kadar güzel!…
Orhan Veli

Aydın Mısın?
kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun ?

kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
………………………………………..
Rıfat Ilgaz

YENİ GELENEKÇİ ŞİİR
Garipçilerin ve onlara yaşıt “Bağımsız”ların, büyük çoğunlukla Batı şiirindeki denemelere kapılmaları, başlangıçta taklide uyar görünenleri de zamanla tedirgin etmiştir; yaptıkları şiirin bize ait ve değerli olduğundan “kuşku” duymaya başlamışlardır. Bu yüzden Behçet Necatigil’den tutarak Attila İlhan, Hilmi Yavuz, Hüsrev Hatemi, ikinci yenilerden Turgut Uyar divan edebiyatına yönelmişlerdir. Garip’ten başlayarak alaya almaya çalıştıkları Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve görmezlikten geldikleri Necip Fazıl, A. Hamdi Tanpınar, A. Muhip Dranas gözlerinde büyümeye başlamıştır. Yeni Gelenekçiler’i üç ana bölüme ayırabiliriz:
1.Hisarcılar
2. Epik (Hamasi) söyleyenler
3. Özcü (Saf şiirci, purist) şairler

MAVİ AKIM
Attila İlhan’ın Mavi isimli bir dergiyle başlattığı bir akımdır. Garip akımına karşı olarak çıktı. Mavi ya da Maviciler adıyla tanınan toplumcu gerçekçi şiir akımını başlattı. Şiire yeni bir ses düzeni, taşkın, coşkulu bir anlatım ve kendisine özgü bir duyarlılık getirdi. Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum şiir kitaplarındaki şiirleriyle genç şair kuşağını etkiledi. Yasak Sevişmek, Elde Var Hüzün kitaplarındaki şiirlerinde divan şiiri ve şarkılardan da yararlandı. İlk iki romanı Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez’den sonraki romanlarında tarihsel konulara ağırlık vermeye başladı. Bu tür romanlarında öz Türkçe akımına karşı çıktı. Gazete yazarlığını sürdürüyor. Senaryolarını yazdığı önemli filmler: Yalnızlar Rıhtımı (Lütfi Akad), Ateşten Damlalar (Memduh Ün), Rıfat Diye Biri (Ertem Gönenç), Şoför Nebahat (Metin Erksan), Devlerin Öfkesi (Nevzat Pesen), Ver Elini İstanbul (Aydın Arakon). Şimdi İstanbul’da bağımsız yazar.

Pia
ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim

ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia’nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia’nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
Attila İlhan

II. YENİ
1950 yılında bir duraksama dönemine girdikten bir süre sonra 1940 şiirine karşı tepkiler doğmaya başlar. Biçim özellikleri bir hayli değişim görür. Orhan Veli’den sonraki nazım şekli kafiye, vezin anlayışları kaybolmuş gibiydi. Ayrıca bu dönemde Divan şiirine ait gazel, rubai gibi nazım biçimleri Behçet Necatigil, Attila İlhan gibi şairler tarafından tekrar kullanılmaya başlandı. Bu akımdaki şarlerin savunduğu ortalk düşünce biçimden değil özden hareket edilmesi gerektiğidir. 1955 şiirini önceki bütün şiirlerden dilce ve mısra kuruluşunca kısacası üslupca ayıran değişmeler vardır. İçerik ve biçim özelliklerinden en belirginleri:
a. Soyut, kapalı, bol mecazlı simgeci bir anlatım
b. İç müzik önemlidir ve biçim iç müziğe göre şekillenir.

1980’Lİ YILLARIN ŞİİRİ

1950 VE 55’te doğan şairlerin ortaya koydukları aklıcılığı ve toplumculuğu benimseyen dönemdir. Tuğrul Tanyol, Ataol Behramoğlu, Murathan Mungan en önemli temsilcileridir.

Bıçak

Yere düşürülen bir bıçak sesi
Kristali tuzla buz olmuş gözlerinin
biliyorum ay kanatıyor
ne zaman sussak geceyi
Kendini benim yerime koy
Oğul öksüzü babalar yerine
Susmayalım. Bıçak uyuyor kelimelerin kalbinde

Kanlı bir şerbet gibi akar dururdu
İpeği ikiye bölen kılıçların ağzı
Bir biz inmedik suya
Kaç mevsimin yağmuru buruştu elimizde
Örtülü çarşılarda ölümü tebdil ettik
uzak durduk kabzasına çağıran intikamdan
Bir biz inmedik suya
Kendini benim yerime koy
Oğul öksüzü babalar yerine
Susuyorum. Ölülerim uyuyor kalbimde
Murathan Mungan

TOPLUMCULAR
Aslında toplumcu terimi, bir akımı, bir doktrini savunmanın ve toplumlara modaya uygun, gündelik, tek taraflı çözümler sunmanın çok ötesinde geniş bir şiir tarzını isimlendirmetedir. Marksist olarak da görülen bu akım sosyalizmin etkilerini taşır. Nazım Hikmet’le başlayıp Tek Parti döneminde, komünistlere yapılan baskılar devam ettikçe etkilerini belirginleştiren bu akım 1960- 70- 80 yılları boyunca solcu çevrelerde ilgi görerek devam etmiştir. Buna bağlı olarak “ sınıf kavgası, ekmek, tutsaklık, kurtuluş, hapishane hayatı” gibi temalar üzerinde yoğunlaşılmıştır. Nazım hikmetle gelen bu akımda Nazım hikmet ilk defa serbest ölçülü şiiri yazmıştır.

Çankırı Hapishanesinden Mektuplar I

Saat dört,
yoksun.
Saat beş,
yok.
Altı, yedi,
ertesi gün,
daha ertesi
ve belki
kim bilir…

Hapisane avlusunda
bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde
on beş adım kadardı.

Gelirdin,
yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman
muşamba torban
dizlerinde…

Kelleci Memed’i hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan.
Başı dört köşe,
bacakları kısa ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük.
Kovanından bal çaldığı adamın
taşla ezmiş kafasını.
“Hanım abla” derdi sana.
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,
tepemizde, yukarda,
güneşe yakın,
bir konserve kutusunun içinde…

Bir Cumartesi gününü,
hapisane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı :
“Beypazarı meskenimiz, ilimiz,
kim bilir nerde kalır ölümüz…?”

O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın.
Bende yalnız bir fotoğrafın var :
bir başka bahçede
çok rahat
çok bahtiyar
yem verip tavuklara
gülüyorsun.

Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu,
fakat pek âlâ gülebildik
ve bahtiyar olmadık değil.
Nasıl haberler aldık
en güzel hürriyete dair,
nasıl dinledik ayak seslerini
yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
hapisane bahçesinde…
Nazım Hikmet Ran

Alacakaranlık

Dayan bakalım,
Dağları delen Ferhat!
Dizboyu çamurdasın.
Bütün gün parkta uyuyan insanların,
Resmini çizen Ömer,
Aslan Ömer!
Haklısın…

Yaprağın yeşili,
Vay anam vay!
İçimi dağlar göğün mavisi.
Dayan bakalım,
Dağları delen Ferhat!
Vakit alacakaranlıktır şimdi.
Fethi Giray

YENİ İSLAMCI AKIM
Üslup, tarz, biçim ve temaları ile İslamcı şiirin daima “çok kapalıya- hatta anlamsıza” kaçan şiirleri nedeniyle II. Yeni’nin bir parçası olarak düşünülmüştür. İslamcılık akımlarında en önemli temsilci Necip Fazıl Kısakürektir. Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt da bu akımın öncülerindendir. Daha önceki islamcılık akımlarından farklı olarak temel olan düşüncelerden biri biri şudur. “ Özgürlük, başıboşluk değil tam tersine ruhun disipline kavuşması sonucunda elde edilen varoluş yüceliğidir. Bu da en yüksek düzeyine insanın Allah’a doğru yönelmesi Allah önünde kendi benliğini unutması ile mümkündür.” Sezai Karakoç, yeni şiirin (ikinci yeni) batı şiirinin ötelerinden geçip, Mevlana’ya, Nesimi’ye, Fuzuli’ye yönelerek “Yeni İslami Akım’ın oluşmasında büyük rol oynamıştır. Marksist dönemden en büyük farkı konunun dışardan alınması etkilenilmesi olmuştur.
Bu dönemdeki çoğu şair “ serbest vezinli” bazen ölçüsü ve uyağı belirsiz mısralarla yazmayı temel almakla birlikte Divan Edebiyatı nazım biçimlerini de kullanmışlardır.

SEMPATİ
Kuşlar uçarlar uçarlar
İnsanlar vardı sanır

Toprak dünyası döner oysa\dönen de
Gagalarının önüne getirir yuvalarını onların

Kuytular sularını yükseltir
Çöllerden sızıp gelen geyik ağızlarına

Her nasib için ayrı ayrı
Rahmet Şekillenir.
Cahit Zarifoğlu

20. YÜZYIL ŞİİRLERİ

20. yüzyıldaki birçok değişim gerek sosyal, gerek ekoomik gerekse teknolojik değişmeler bu akımın oluşmasında etkili olmuştur. Özellikle gazetenin ve diğer iletişim araçlarının bulunması etkili olmuştur.
Bu dönemin en bilindik isimlerinden Aşık Veysel,(1893- 1973) Kağızmanlı Hıfzı,(1893-1918) Aşık Efkari(1900-1980 ) örnek verilebilir.

Bilmem Hayal Miydi Yoksa Düş Müydü

Bilmem hayal miydi yoksa düş müydü
Gönül arzusunu buldu bu gece
Yalın kılıç mıydı bir ateş miydi
İçerim köz ile doldu bu gece

Bilemedim gece ile gündüzü
Seçemedim güneş ile yıldızı
Mestane gözleri mestetti bizi
Aklımı başımdan aldı bu gece

Mah yüzüne bakma ile doyulmaz
Sıra sıra benleri var sayılmaz
Aşk meyinden içen aşık ayılmaz
Bilemedim bana noldu bu gece?

Durmaz yanar gerçeklerin çerağı?
Yakın olur ehl-i aşkın ırağı
Gölköy oldu VEYSEL’lerin durağı
Hayali karşıma geldi bu gece
Aşık Veysel Şatıroğlu

Kaynakça
1.“Türk şiiri Tarihi” Gıyasettin Aytaş
2.“DİVAN EDEBİYATI VE ÖZELLİKLERİ” Tolgahan Şan
http://www.osmanlimedeniyeti.com/makaleler/edebiyat/divan-edebiyati-ozellikleri.html
3. “Türk Edebiyatı” Ahmet Kabaklı Basım yeri ve Tarihi: İstanbul, Austos 1999 Cilt 3
4. “ Çağdaş Türk Edebiyatı Cumhuriyet Dönemi” Şükran Kurdakul Basım yeri, tarihi ve basım evi Broy, Yayınları Mart 1987

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın